İşkence yapılan cezaevini müzeye dönüştürerek acıların unutulmamasını sağlarken eski zaman işkencecisini o müzeye müdür yaparak aslında bir bakıma ceza uyguluyor.
Çağımızın büyük anlatılarının en önemli özelliklerinden birisi de geçen yazılarımızda değindiğimiz meselelerin üzerine metinlerarası göndermeleri başarılı bir şekilde uygulamalarıdır. Kendi toplumsal meselelerini evrensel olarak ele alma başarısı gösterirken hem kurguyu sağlam tutmak hem de metinlerarası meseleleri öykünün içinde mayalamak şüphesiz ki ancak ve ancak kaliteli bir yazarın yapabileceği bir iştir. Bu konuda son dönemin en güzel örneklerinden birini Adam Johnson’da görmekteyiz.
Kitabın orijinal adı Fortune Smiles yani Gülen Talih. Ama bir yayıncılık başarısı olarak Yüz Kitap, bu ismi diğer bir öykü adıyla değiştirerek kitabın adını George Orwell Arkadaşımdı olarak değiştirerek yayımladı. Böylece George Orwell gibi güçlü bir ismin popüler rüzgârını arkasına alarak kitabın kısa bir süre içerisinde duyulmasını sağladı. Şüphesiz ki bu aynı zamanda kitabın ve öykülerin isminin ne denli önemli olduğunun en büyük göstergesiydi. Biz, genç yazarlar bu durum üstüne de uzun uzun düşünmeliyiz ve metinlerimize en vurucu isimleri bulmak durumundayız.

Altı, uzun soluklu öyküyü soluksuz okutacak bir biçimde kusursuz kurgulayan bir yazar. Dilinin akıcılığının yanında atmosfer yaratmadaki başarısı ile kendini vazgeçilmezler arasına sokuyor. Çağına, çağının insanına ve sorunlarına dokunurken bir taraftan da gelecek tasavvuru kurması son derece önemli. Her şeyin dijital bir kimliğe büründüğü bu çağda, teknolojiye karşı olumsuz bir tavır takınmak yerine modern insanın kurtuluşunun gene teknolojinin olduğunu son derece başarılı bir biçimde gösterirken ne fantastiğe kaçıyor ne de postmodern bunalımlara giriyor.
Maalesef bizim ülkemizde yazılan öykülerde teknolojiyi merkeze almaya kalktığımız zaman ya postmodern bunalımlara kapılıyoruz ya fantastiğe kaçarak dünyayı ele geçiren yapay zekâlar düşlüyoruz ya da teknolojinin tamamen kötü bir algı yarattığını vermeye çalışarak hamaset yapıyoruz. Adam Johnson kurguladığı başarılı öykülerinde, özellikle Nirvana, Kurt Cobain üzerinden alt metinler oluşturarak, ABD’nin öldürülen başkanı Kennedy’yi ve hastalığı yüzünden tüm fonksiyonlarını kaybetmiş karısını merkeze alarak müthiş bir hikâye anlatıyor. Daha önce belirttiğim nitelikli öykü kavramını burada biraz açacak olursak yazarın karısı ile ilişkisi aşk ve ölüm etrafındaki klasik çizgiyi oluştururken, öldürülen başkanla toplumsal meseleleri işlemiş oluyor. Teknolojiyi başarılı bir şekilde öyküye enjekte etmesi ve dijital çağ, yapay zekâ sorunsallarını tartışması ile de mükemmele ulaşıyor. Tüm teknolojiye rağmen bazı hastalıklara hâlâ çarenin olamayışı, ölümsüzlüğün üzerine gitme denemelerine rağmen bir kaçamama hâli olarak okunabilir.
Anonim Kasırgalar öyküsü ise bir felaket senaryosu. Kasırgadan dolayı talan olmuş bir Amerikan kentinde çocuğunun peşine düşen bir baba hikâyesi. Bu öyküde de atmosferin başarısı, toplumsal meselelerinin ve babalık, ilişki, vicdan gibi sorunsalların tartışılması öyküyü zirveye taşıyan değerlerden. Anonim Kasırgalar öyküsü konu itibariyle oldukça dikkatimi çekti. Yazar, kendi ülkesinde olabilecek bir gerçeklikten yola çıkarak bir gelecek tasavvuru kurabilmiş. Bu tasavvur bir kara gelecek olsa da bunu yaparken evrensel bir misyona büründürmeyi başarmış. Bu tür bir kurguya yeni yazarlarımızdan biri olan Mustafa Çevikdoğan’da rastladım. Temiz Kâğıdı kitabının ilk öyküsünde hayatımızın en temel ve korkutucu sorunlarından biri olan depremi işlemedeki başarısı ile Adam Johnson’un kasırgayı işlemedeki başarısı aralarında bir bağ kurmama neden oldu. Bu tür gerçeklikleri kara bir senaryoda işleyerek herkesin kendini içinde bulacağı bir öykü yazmak şüphesiz ki bu metinleri çağını ve mekânını aşan metinler hâline getiriyor. Öykü hakkında yol almak isteyenlerin üzerine düşünmesi gereken bir mesele.
Adam Johnson metinlerinde dikkat çeken bir diğer kavram da hastalık. Bu hastalık kavramına tüm öykülerin çerçevesinden bakabiliriz lakin iki üç öyküde son derece belirgin durumda. Yukarıda Nirvana öyküsünden bahsetmiştik, üçüncü öykü İlginç Bir Bilgi, annelik ve hastalıktan kaçış durumları üzerinden okunmalı. Yazarın burada da evrenselliğe ulaştığının altını çizelim. Atmosfer son derece başarılı, hasta psikolojisi başarılı bir biçimde verilmiş durumda. Hasta olan eşin gözünden yazılmış öyküde, hastalıktan dolayı cinsel sorgulamalar, ölümden sonra kurulan gelecek tasavvuru da mevcut. Karanlık Çayır ise hastalığın bir başka boyutunu aktarıyor: Sapkınlık. Bu sapkınlık dünya genelindeki en önemli problemlerden birine değiniyor; pornografi ve küçük çocukların istismarı. Böylesine tehlikeli bir konuyu o kadar başarılı bir biçimde işlemiş ki ahlakçılık yapmadan ahlak problemine dikkat çekerken, bilişim suçlarına ve teknoloji üzerinden kuruyor öyküsünü. Bu öyküde de gelecek tasavvuru ve evrensel bir sorunun mevcut olduğunu göreceksiniz.
Kitaba ismini veren George Orwell arkadaşım da son derece başarılı bir öykü. Doğu Almanya’da bir cezaevinde zamanında yaptığı işkenceleri inkâr eden sadık bir hapishane müdürünü anlattığı hikâyesinde işkenceleri hatırlatarak toplumsal bir soruna işaret ediyor. İşkence yapılan cezaevini müzeye dönüştürerek acıların unutulmamasını sağlarken eski zaman işkencecisini o müzeye müdür yaparak aslında bir bakıma ceza uyguluyor. Karakterin yaptıklarını kabul etmemesi ve inkâra girişmesi üzerinden gene bir hastalık durumunu işlemiş durumda. Bu kez ölümcül bir hastalıktan ziyade psikolojik bir rahatsızlığa kenetlenmiş. Cezaevi üzerinden George Orwell’a ince göndermeleri ile muazzam bir öykü.
Gülen Talih’de ise Kuzey Kore’den kaçıp Güney’de hayat kuran iki arkadaşı merkeze alarak Kuzey- Güney arasındaki yaşam farklılıklarını ve alışma sürecini işleyen yazar burada da bir yeni gerçeklik tasavvuru üstüne inşa ediyor öyküsünü.
Diğer iki yazımızda anlattığımız nitelikli bir öykü nasıl olmalı sorusunu Adam Johnson’un tüm öyküleriyle göstermek mümkün. Uzun soluklu öyküleri atmosfer yaratmadaki başarısı, kurgusunun gücü, metinlerarası göndermeleri ve dilinin akıcılığı sayesinde bir filme dönüşüyor ve okuru direk içine alıyor. İşlediği meselelerde toplumun en çok tepki göstereceği olaylara bile anlatımdaki başarısı sayesinde kolayca nüfuz etmesiyle Türkiye’de de kısa bir sürede en çok okunan yazarlardan biri olmayı başardı. Oysa ilk kez okuyup, bu kitap hakkındaki ilk yazımı kaleme aldığım zaman Türkiye’nin en çok okunan dergilerinden birinde Karanlık Çayır öyküsünden dolayı sansüre uğramıştım. Sapkınlık, pornografi ve küçük çocukların mağduriyetini bu denli başarılı bir biçimde yansıtmasına rağmen bizim ülkemizde bu konuda ne yazdığını söylemek bile hâlen çok zor geliyor. Ama görüldüğü üzere iyi metin zamanı, mekânı ve tüm engellemeleri aşarak okurunu bulabiliyor. R. Barthes’in dediği gibi değer, etik, ahlak girdiği an öykü çöküyor lakin bu tür toplumsal meseleler öyküye iyi bir şekilde yedirildiği zaman yazarını bir ustaya dönüştürüyor.

Genç öykücü daima tüm bunları bilerek ve düşünerek yol almalı. Ve çağının yazarlarını iyi takip etmeli. Simülasyon, dijital gibi çağının en büyük kavramlarını iyice düşünmeli ve metnini metin olmaktan çıkarmadan işlemeli. Tıpkı Adam Johnson gibi.
George Orwell keşke benim de arkadaşım olsa.
“Zihnimi okudun,” deyip temiz havayı içine çekiyor.
Gözlüğü ona takıyorum, bir dakika kadar sağa sola baktıktan sonra elimdeki drone’u havalandırmayı başarıyor. Havalanma, manevra, kamera aksamını oynatma gibi aşamaları da becerdikçe yüzüne kocaman bir gülümseme oturuyor. Sonra drone camdan fırlayıp çıkıyor. Evin bahçesini geçtiğini, kompost gübre yığınlarının etrafında bir tur attığını ve ortak bahçeye doğru ilerlediğini görüyorum. Sıra sıra sebzelerin üstünde süzülmeye başlıyor. Charlotte’un gözlüğündeki manzarayı göremesem de drone’un çiçek açmış yaz kabaklarını, uzun domateslerin tombul diplerini incelediğini anlayabiliyorum. Fasulye sırıklarının üzerinde yükselip, toprağa göbekten bağlı karpuzları takip ediyor. Sıra ortak bahçede kendi ekip biçtiği alana gelince şaşkınlıktan nefesi kesiliyor.
“Güllerim.” Diyor. “Hâlâ duruyorlar. Biri onlarla ilgilenmiş.”
“Güllerinin ölmesine izin veremezdim.” diyorum.
Ali Oktay Özbayrak