Türkistan Lejyonu’na katılan askerler, kendi vatanları için savaşacaklarına inanıyorlardı. Kendi vatanlarını Sovyetler Birliği’nin esaretinden kurtaracaklarına inanıyorlardı. Esasında katılmaktan başka çareleri de yoktu çünkü Stalin, tüm savaş esirlerini vatan haini ilan etmişti. Bu sebeple vatanlarına ancak alman üniforması ile dönebilirlerdi.
1939-1945 seneleri arasında vuku bulan II. Dünya Savaşı’nın pek çok hikâyesi vardır. Bu hikâyelerden haberdar olabilmemizin en önemli sebepleri, savaşın 20. yüzyılın ortasında yaşanması ve bu hikâyelerin kayıt altına alınabilmesidir. Avrupa’da 20. yüzyıldan önceki savaşlar hakkında tarihçilerin elinde olan belgelerle, II. Dünya Savaşı hakkındaki belgeleri karşılaştırırsak aradaki farkın sıradağlar kadar olacağı aşikârdır. Tabii ki böyle bir farkın ortaya çıkmasındaki en önemli neden teknolojinin gelişmiş olmasıdır.

Tarihçilerin elinde II. Dünya Savaşı hakkında bu kadar belge ve kayıt olmasına karşın, bazı biyografi çalışmalarını belgeler üzerinden yapmak imkânsız. Bu isimlerden biri olan Türkistan Lejyonu’nun bölük komutanı Sadık Turan’ın hayatını sadece hatıralarından takip edebiliyoruz. Ona dair ne Sovyetler Birliği ne de Nazi Almanyası’ndan, yahut herhangi bir devlet arşivinden günümüze kalan bir belge yok.
Sadık Turan’ın, Nazilerin oluşturduğu Türkistan Lejyonu’nda bölük komutanı olarak faaliyetlerini anlamak için öncelikle Türkistan Lejyonlarını incelememiz gerekli. Naziler, bu lejyonları niçin oluşturmuştu ve Kızıl Ordu’da savaşırken Nazilere esir düşen Türk soylu askerler niçin bu lejyonlara katıldılar?
Türkistan Lejyonları, Naziler tarafından 1941 senesinden itibaren kurulmaya başlandı. Çünkü bu tarihten itibaren savaşın seyri Nazilerin aleyhine dönmüştü. Sovyetler Birliği’ne karşı yeni birlikler kurulmalı ve mobilize olmaları sağlanarak cepheye sürülmeliydiler.[1] Bu amaçla Tatar, Özbek, Kazak, Kırgız, Türkmen, Karakalpak, Balkar, Karaçay, Dağıstan, İnguş ve Çeçen halkları ile Azerbaycan Türklerinden müteşekkil Türkistan Lejyonları kuruldu. Bu askerlere bağımsız bir Türkistan vaat edilmişti.
II. Dünya Savaşı yıllarında Emel Mecmuası etrafında Kırım Tatar Millî Hareketinin önde gelen isimlerinden olan Müstecip Ülküsal, Kırım’ın geleceği için Berlin’de Almanlar ile görüşmüştü. Bu görüşmelerden edindiği izlenim Nazilerin gerçek niyetini ortaya koyuyordu. Ona göre Naziler, aslında Türkistan Lejyonları ile Türk coğrafyasının özgürlüğe kavuşmasını hedeflemiyordu. Asıl niyetleri Sovyetler Birliği gibi bu coğrafyayı ele geçirmek ve bu halkları sömürmekti. Türkistan Lejyonları sayesinde Sovyetler Birliği esaretinden kurtulacak olan Türkistan coğrafyası bu kez de Nazilerin tahakkümü altına girecekti.[2]
Türkistan Lejyonu’na katılan askerler, kendi vatanları için savaşacaklarına inanıyorlardı. Kendi vatanlarını Sovyetler Birliği’nin esaretinden kurtaracaklarına inanıyorlardı. Esasında katılmaktan başka çareleri de yoktu çünkü Stalin, tüm savaş esirlerini vatan haini ilan etmişti. Bu sebeple vatanlarına ancak Alman üniforması ile dönebilirlerdi. Bu şekilde dönmekten başka çareleri yoksa niçin vatanlarının özgürlüğü için Sovyetler Birliği’ne karşı savaşarak dönmesinlerdi?
Türkistan Lejyonu’nun üniformaları yeni değildi. Prusya ordusundan kalan üniformalara kol yenlerinin üzerlerinde “Biz Alla bilen” (Allah bizimledir) ve Semerkand Camii işlemeli apoletler dikilmişti. Çoğu üniforma da askerlerin bedenlerine uymuyordu.[3] Türkistan Lejyonu’ndaki askerler, Sovyet üniformalarını ise ateşe atarak yaktılar.[4]
Sadık Turan hatıralarında bu Türkistan ülküsünü şu şekilde ifade etmektedir:
“Türkistan gene bizim olacak değil miydi? Toprağı, taşı, havası, suyu, göğü, camileri, her köşe bucağıyla bizim olacak değil miydi? Bundan sonra, bizim için yalnız iki mukaddes kelime vardı: Türkistan ve İstiklâl!”[5]
Sadık Turan’ın böylesine kuvvetli millî bir şuura sahip olmasında hiç şüphesiz ki babasının rolü belirleyici olmuştur. Nitekim kendisi de hatıralarında babasının nasihatlerine yer ayırır:
“Ben senin okumanı istiyorum, Sadık, dedi. Okuyup adam olmanı istiyorum. Sana ihtiyacım olduğunu biliyorum; sana muhtaç olan yalnız ben değilim… Bütün millet sana, senin gibi gençlere bakıyor. Bütün milletin sizlere ihtiyacı var… Bu milleti sizin gibi gençler kurtarmazsa kim kurtaracak? Bütün umudumuz sizlerde.”[6]

Bu nasihat, 1883’te Tercüman gazetesini neşretmeye başlayarak önce Kırım’a sonra tüm Türk dünyasına seslenen İsmail Bey Gaspıralı’dan gelen bir nasihat gibidir. Onun yarattığı mirasın bir devamı niteliğindedir. Sadık Turan’ın hatıralarında da aynı şiarın tecessümünü görmekteyiz.
Sadık Turan, 1940 senesinde Pedogoji Enstitüsü’nde ikinci sınıf öğrencisiyken Kızıl Ordu’ya alınır. Bir sene sonra Almanlara esir düşer. Kırım’ı en son 1942 senesinde Alman üniforması ile görür. Bu tarihten itibaren bir daha asla vatanına dönemeyecektir. Savaş bittikten sonra Türkiye’ye gelmek için konsolosluğa müracaat eder ancak Türkiye’de herhangi bir akrabasının bulunmaması sebebiyle müracaatı kabul olmaz. Roma’da kaldığı dönemde Sovyetler Birliği’nin eline geçmekten de korkan Sadık Turan, bir şekilde yakalanmadan İngiltere’ye gider ve ömrünün sonuna kadar orada yaşar.
Sadık Turan, Kırım’dan son kez ayrılırken içinden geçenler vatan sevgisi ve özleminin en açık ifadesidir:
“Kompartımanın penceresinden, elimizden alınmış ata topraklarına baktım, baktım. Bu topraklar, vagonların tekerlekleri altında yılların kanlı türküsünü söylüyordu. Bu türküyü saatlerce dinledim, sonra Allah’ım, Allah’ım diye yakardım, sen bizi ayırma bu topraktan! Bu toprak bizimdir. Atalarımızın mirasıdır. Aç, çıplak kalsak da bu toprakta olalım. Ölsek de bu toprakta ölelim.”[7]
[1] Oleg Valeninovich Romanko, “Balkan Muslim Volunteer Formations in the Armed Forces of Axis Powers (1939-1945)”, The East Came West: Muslim, Hindu & Buddhist Volunteers in the German Armed Forces, 1941-1945, ed. Andino J. Munoz, (New York: Axis Europe Books, 2001), s. 39. [2] Müstecip Ülküsal, Kırım Yolunda Bir Ömür (Hatıralar), Yay. Haz. Hakan Kırımlı, (İstanbul: Kırım Türkleri Derneği, 199), s. 387. [3] Abdülvahap Kara, “Cengiz Dağcı ve II. Dünya Savaşı’nda Türkistan Lejyonerleri”, s. 153. [4] Cengiz Dağcı, Korkunç Yıllar, (İstanbul: Ötüken Neşriyât, 2000), s. 221. [5] Cengiz Dağcı, Yurdunu Kaybeden Adam, (İstanbul: Ötüken Neşriyât, 2010), s. 16. [6] Dağcı, Korkunç Yıllar, s. 22-23. [7] Dağcı, Korkunç Yıllar, s. 15. Ufuk Aykol