top of page

Sait Faik’in “Küçük İnsanları”nın İstanbul’u

O, üst tabakanın dolaştığı sokaklardan ziyade yoksul semtleri; zengin pastane ve mekânlar yerine de hep yoksul insanların kahvelerini tercih etmiş ve eserlerinde de bu semtleri ve mekânları işlemiştir.

 

Tarihe tanıklıkları, içerdikleri doğa harikaları ve çeşitli mimarî yapılarıyla şehirler, edebiyat eserleriyle daima iç içe olmuş ve bu birliktelik kimi zaman edebî eserlerin işledikleri şehirle anılmasına kimi zaman da şehirlerin edebî eserlerle tanınmasına yol açmıştır. İstanbul ve Türk edebiyatı da yüzyıllar boyunca böyle bir etkileşimi paylaşmıştır.

Divan Edebiyatı’nda; tarihî dokusu, mesire yerleri ve tüm güzellikleriyle bir tablo gibi sunulan İstanbul, halk edebiyatına bakıldığında ise gurbet temi etrafında para kazanmak için gelinen ve korkulan bir şehir olarak kendini gösterir. Tanzimat’tan sonra edebiyatımıza giren yeni türlerle birlikte de İstanbul; roman, hikâye ve şiirlerde farklı açılardan ele alınmış ve eserlerde işlenmeye devam etmiştir. Tanzimat döneminde mekân olarak eserlerde yerini alan İstanbul, Servet-i Fünun devrinde ihtişamlı yalıları, Avrupaî yaşam tarzı ve bilhassa Boğaziçi yalılarıyla eserlere konu olurken İkinci Meşrutiyet sonrasında da bu ihtişamın dağılışı ve yavaş yavaş çökmeye başlayışı eserlerde gözlenir.[1]


Yazar ve şairlerin mekân seçimi ve mekânı işleyiş biçimi; biyografik, ideolojik, dönemsel birtakım sebeplere ve yazarların dünyaya hangi pencereden baktıklarına göre değişkenlik gösterir. Cumhuriyet dönemine gelindiğinde İstanbul, eserlerde yazar ve şairlerin hayata bakış açılarına göre ayrı biçimlerde anlatılagelmiş ve pek çok farklı tarzda ele alınmıştır. Halide Edip’in Ateşten Gömlek eserinde işgal altındaki İstanbul’u görürken Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları’nda mazide kalmış bir gelenekle beraber işlenen bir İstanbul okuruz; Yahya Kemal’in şiirlerinde geçmişiyle özdeşleşen, tarihî dokusuyla ön plana çıkan İstanbul, Mehmet Âkif’te yaşayan bir İstanbul’a dönüşür.

Türk hikâyeciliğinin önde gelen isimlerinden olan Sait Faik, eserlerinde İstanbul’a sıklıkla yer vermiş ve İstanbul’u eserlerinde işlemiştir. Edebiyata yüklediği misyonun birey odaklı ve gösterişten uzak olmasıyla eserlerinde tarihî ve önemli kişiler, kahramanlar veya idealize tipler yerine günlük hayatta karşılaşılan, sıradan, orta halli “küçük insan” a yer veren Sait Faik’in mekâna, İstanbul’a, bakışı da bu insanların yaşadığı İstanbul çerçevesinden gelişir. İstanbul, Sait Faik’in eserlerinde içinde yaşayan insanlarından ayrılmaz ve hatta onlarla bütünleşir.


Sait Faik’in İstanbul’u

Sait Faik, eserlerini insan üzerine kuran bir yazardır. O’nun eserlerinde ön plana çıkan öge insandır. “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.”[2] diyen yazar, içinde duyduğu insan sevgisini eserlerine de aktarır. Onun insanları, genellikle orta sınıftan, fakir, sıradan, günlük hayatın içinden insanlardır. Servet-i Fünûn roman ve hikâyecilerine, içinden çıktığı burjuva sınıfına karşı tepkisini dile getirerek[3] eserlerinde halkın çeşitli kesimlerinden insanlara yer vermiştir: “Sait Faik’in anlattığı kişiler halk insanlarıdır. İstanbul’u anlatmıştır yazdıklarında ama Anadolu’dan, Anadolu insanından kopuk bir biçimde değil.”[4]


Eserlerinin merkezine insanı oturtan yazarın mekâna bakış açısı da insandan bağımsız düşünülemez. “İstanbul Hikâyecisi”[5] olarak adlandırılan Sait Faik’in İstanbul’u; hamalların, balıkçıların, fabrika işçilerinin oturduğu semtlerdeki İstanbul’dur. O’nun mekânı değerlendiriş biçimini Üsküdar’ı tasvir edişinde açık bir şekilde görmek mümkündür:


“Senelerdir geçmedimdi Üsküdar’a. İstanbul’un bozulmamış bir semtidir. İnsanları namuslu, fıkaradır. Bir tatlıca İstanbul köylüsüdürler. Bazen İstanbul’da meyhanede, kahvehanede başka türlü bir delikanlıya rastlarım. ‘Ulan, derim kendi kendime, şu oğlan ne Çeşmemeydanlı, ne Edirnekapılı, ne de Karagümrüklü; olsa olsa Üsküdarlıdır.’ Doğru çıkar.

Bana öyle gelir ki, Üsküdar’da hiç zengin oturmaz. Üsküdar’ın külhanbeyi olur ama, zıpırı, edepsizi olmaz. Sanki burada ne haine, ne nanköre, ne de kancık adama rastlanır. Üsküdar’ın delisi bile sakin, zararsız olur gibime gelir.”[6]


Yazarın semti tasvirinde öne çıkan unsur, insandır. Semti insanlarıyla birlikte görür ve bu doğrultuda ele alır: “Her hikâyesi, bir semtin, insanlarıyla birlikte rehberiydi sanki. İster Beyoğlu’nda olsun, ister Burgazadası’nda, ezilen, hor görülen, esamisi okunmayan insanlar anlattı.”[7]


“Küçük İnsanlar”ın İstanbul’u

Sait Faik, ait olduğu burjuva kesimini sevmeyen, ömrü boyunca halkın alt kesimlerindeki insanlarla vakit geçirmeyi, onların arasında yaşamayı tercih etmiş bir yazardır. O, üst tabakanın dolaştığı sokaklardan ziyade yoksul semtleri; zengin pastane ve mekânlar yerine de hep yoksul insanların kahvelerini tercih etmiş ve eserlerinde de bu semtleri ve mekânları işlemiştir.

Sait Faik’in eserlerinde en çok geçen İstanbul semtlerinden biri Beyoğlu’dur. Beyoğlu, Avrupaî yaşamın benimsendiği, sokaklarında “beyefendi ve hanımefendiler”in dolaştığı bir mekân olarak anlatılagelmişken Sait Faik’in eserlerinde Beyoğlu; arka sokakları, yoksul semtleriyle[8] anılır: “İnsanların sefil hayat sürdükleri Beyoğlu’nun bakımsız arka mahalleleri, Sait Faik’in başarıyla gözlemlediği yerlerdir. Buralara girmekten iğrenmeyen, rahatsızlık duymayan yazar, bu insanların yaşadıkları şartları gördükçe üzülür.”[9] “Yorgiya’nın Mahallesi” hikâyesinde Beyoğlu’nun randevuevleriyle meşhur bakımsız ve izbe Ziba Sokağı’ndan bahsedilir[10]:


“Bir tarafında randevuevlerinin, öte tarafta umumî evlerin kaynaştığı bölge… Karidesçiler, elektrik amelesi, ekmekçi, sirkeci, marangozcu çırağı, garson, berber, akordeoncu, kitaracı, bar artisti, revü figüranı, terzi çırağı gibi esnafın birbiri üzerine yığıldığı yokuşta birbirine karışmış her din ve mezhep, Türk, Rus, Ermeni, Rum, Nasturi, Arap, Çingene, Fransız, Katolik, Levanten, Hırvat, Sırp, Bulgar, Acem, Efganlı, Çinli, Tatar, Yahudi, İtalyan, Maltız, daha her türlü milletin birbirine karıştığı bu garip mahalleden sel yatağına her akşam, küçük figüran kızlar iner.”[11]

Alıntılanan bu pasajda Ziba Sokağı’nın yaşayan tüm insanlarıyla beraber bir tasviri okunur. Yazar, Beyoğlu’nun arka sokaklarından olan bu mahalleyi, mahallenin küçük insanlarıyla okura tanıtır.


Yüksekkaldırım ve Alageyik de İstanbul’un fakir birer semtleri olarak yazarın eserlerinde yerlerini alırlar. Bu iki sokaktan bir ‘insanlık kokusu’ alan yazar, bu semtleri de kahvecisiyle, o semtin insanıyla tasvir eder:


“Yüksekkaldırım, gören olursa, acayiplerin yokuşudur. Yan sokakların isimleri pek güzeldir. Bir Alageyik sokağı vardır hele… Akşam olunca kalın sesli bir kadının gramofonda söylediği “Bir ihtimal daha var” şarkısını, yanan gözleri bir dakika insanoğlunun kitaplara, konferanslara, mekteplere, gazetelere, siyasî müzakerelere, her şeye girmiş halini düşündürür, yine unuttururlar. Alageyik sokağının başındaki kahveci ile beraber mırıldanan “6” numaranın Aysel’in korkunç kaşları, Alageyik sokağından Yüksekkaldırım’a keskin bir insanlık kokusu fırlar. Aşağıya doğru karanlık insanların saadete doğru gittikleri görülür.”[12]

Dolapdere hikâyesinde keskin kokusu, harap görünümü, tüm pislikleri ama aynı zamanda neşesiyle tam bir çingene mahallesi tasviri yapılır. Yazar, tüm duyu organlarıyla hissedilebilecek bir tasvir yaparak hem sefaleti hem neşeyi yansıtabilmiş, ihtiyarları, genç kızlarıyla çingeneleri de tasvire dahil etmiştir:


“Mahalle bir bayram yeri gibidir. Dümbelek, zurna, keman sesleri duyulur. Kara bıyıklı, poturlu ihtiyarlar gezer. Öyle kızlar görürsünüz ki içiniz titrer ama burnunuzun alışık olmadığı ağır kokuya çare yoktur. Çamurlar geçen kıştan, ne geçen kıştan, öteki kıştan; Fatih’in İstanbul’a girdiğinin ertesi günden kalma nal izleri vardır. Duvar diplerinde keskin, gözleri acıtan bir amonyak kokusu… İleride bir fabrika gürül gürül işlemektedir. Mahalle gençlerinin çoğu bu emprime fabrikasına giderler. Fabrika’nın etrafını bu sefil evler, kaldırımsız, eski sahtiyan, amonyak, insan fabrikasının küspesi kokulu sokaklara çevirmiştir. İşte Dolapdere burasıdır.”[13]


Yazar, alıntılanan tasvirlerde de görüldüğü üzere, Beyoğlu’nu bir semt olarak insanlarıyla bütün görmüş ve tasvirini bu doğrultuda gerçekleştirmiştir. Sait Faik için “Beyoğlu’nu Beyoğlu eden Salih, Ayla Karaca, Celal Süruri, Beliğ Selönü, Naşit’in kızıdır.”[14]


Haydarpaşa da Anadolu’dan gelen gurbetçilerin mekânı olması hasebiyle Sait Faik’in eserlerinde yerini alır. “Haydarpaşa, İstanbul’un Anadolu’ya açılan kapısıdır Sait Faik’in gözünde. Anadolu’dan gelen taşralı gurbetçilerin ilk durağı Haydarpaşa Garı’dır. Ellerinde denklerle, valizlerle şaşkın şaşkın etrafına bakınan insanlar Sait Faik’in her zaman ilgisini çekmiş, yazacağı eserler için malzeme oluşturmuştur.”[15] :


“Arkama dönüp Haydarpaşa istasyonuna bir daha baktım. Kocaman kapılarından önünde kırmızı yeşil fenerli, birbirini kesen demiryollu, düdüklü, trenli, meraklı, düşünceli, perişan, aceleci, birbirini bulmaya çalışan bir âlem vardı. Her gün yüzlerce tren, binlerce insan getiriyor; binlerce insan alıp gidiyordu. İstasyon kapıları durmadan insan alıp insan veriyordu.”[16]


Sait Faik’in konu edindiği bir başka yoksul semt ise Haliç’tir. Semaver hikâyesinde Haliç’in yoksul sokakları anlatılırken tasviri tamamlayan unsur esnafıyla hocasıyla küçük insanlar olur:


“Kış, Haliç etrafında İstanbul’dakinden daha sert, daha sisli olur. Bozuk kaldırımların üzerinde buz tutmuş çamur parçalarını kırarak erkenden işe gidenler, mektep hocaları, celepler ve kasaplar fabrikanın önünde bir müddet dinlenirler; kocaman bir duvara sırtını vererek üzerine zencefil ve tarçın serpilmiş salep içerlerdi.”[17]


Yazar, Üsküdar semtini İstanbul’dan ayrı, bozulmamış bir semt olarak duyumsar ve tasviri, orta sınıf evlerinin içinde yaşanan aile hayatıyla gerçekleştirir:

“- Üsküdar İstanbul’dan Diyarbakır kadar uzaktır.


(…)

Arnavut kaldırımlı, minimini mescitli, sakin, karışık sokaklar… Cumbalı, kafesli, şahnişinli, içleri tertemiz evler… İnsan bu evlerin içine burnunu soksa, çamaşır, sabun, ödağacı, nefis bir çamur kokusu duyar.”[18]


İskelelere bakan Sait Faik’in bakışları yine insanlara odaklanır ve mekân bu insanlarla anlamlanır: “Kadıköy ve Üsküdar iskeleleri Sait Faik’in çoğu zaman vapura binmek için değil, bir yerlere yetişme telaşı içinde koşturan büyük şehir insanlarını gözlemlemek için vakit geçirdiği mekanlardır.”[19]


Sait Faik’in eserlerinde Galata ve Haliç köprüsü de tasvir edilen mekânlardandır. Her iki köprü de üstünde yaşayan insan halkı ile ele alınır: “Galata; rıhtımı, köprüsü, rıhtımdaki hamalları, köprüyü süpüren çöpçüleri, köprü altı kimsesizleri ve aylak müdavimleriyle Sait Faik’in eserlerinde yerini bulur.”[20] Sait Faik, bu köprüleri insanlarıyla tanımlarken, köprülerde İstanbul manzarasını değil; balık tutan insanları seyreder:


“Haliç köprüsü ise, Sait Faik’in balık tutmak veya balık tutanları seyretmek için gittiği bir diğer İstanbul köprüsüdür. Yazar burada değişik insan tiplerini gözlemleyip, değişik hikâye konuları çıkarır.”[21]


Zamanında Topkapı Sarayı’nın bahçesi olarak kullanılan, zamanın önemli olaylarına şahitlik etmesiyle tarihî bir önemi bulunan Gülhane Parkı da Sait Faik için halka açık oluşu ve içerdiği halk kesiminden insanlarıyla değer kazanır: “Sait Faik, Gülhane Parkı, Millet Bahçesi gibi halka açık, büyük parklara gitmekten çok hoşlanır. Ona göre bu parkların müdavimleri gece ve gündüz değişir. Gündüz dadılara ve çocuklara ait olan parklar, geceleri evsizlerin sığınağı olur.”[22]


Gülhane Parkı’nın tasviri, yemyeşil doğal güzelliğiyle değil, tarihî değerleriyle de değil, içinde dolaşan insanlarıyla yapılır:


“Bir sonbahar sabahındaki Gülhane Parkının misli menendi yoktur. Bütün millet bahçeleri gibi güzeldir. Ancak burada kendi bahçemizdeyiz. Burada, uzun çitlembik ağaçlarının dibinde mektebi asmış taze çocuklar, gelmeyecek kızları beklerler. Burada çapaçul, izinsiz askerler mahzun uyur. Şurada niyetleri kötü, arzuları ters ihtiyarlar korkak, sarı, sakallı, zayıf, pis pis dolaşırlar. Ömründe iş yapmamış, işinden kovulmuş, yalnız bir dirhem uçacak kadar az güzelliği ve gençliği kalmış esrarengiz delikanlılar acele acele küçük patikalara tırmanırlar.”[23]


Okurlarının gözünde Burgazada ile bütünleşen Sait Faik Burgazada’sını eserlerine bir başka küçük insanlar olan balıkçılar ile özdeşleştirerek yerleştirir:


“Haritada ada görmeyeyim. İçimdeki dostluklar, sevgiler, bir karıncalanmadır başlayıverir. Hemen gözlerimin içine bakan bir köpek, hemen, az konuşan, hareketleri ağır, elleri çabuk, abalar giymiş bir balıkçı, yırtık bir muşamba kokusuyla beraber küpeşte tahtaları kararmış, boyası atmış ağır ve kaba bir sandal, sandalın peşini bırakmayan bir kuş, ağ, balık, pul, sahilde harikulade güzel çocuklar, namuslu kulübeler, kırlangıç ve dülger balığı haşlaması, kereviz kokusu, buğusu tüten kara bir tencere, ufukları dar sisli bir deniz…”[24]


Sait Faik’in eserlerinde Beyazıt, Fatih, Süleymaniye, Şehzadebaşı ve Ayasofya camileri ile Vangelistra Kilisesi ve Burgazada’da bulunan kilise gibi dinî mekânlar da manevî değerleri ve tarihî özellikleriyle değil, buralarda rastladığı insanlarla yer alır.[25]


Sonuç

“İnsansız hiçbir şeyin güzelliği yok. Her şey onun sayesinde, onunla güzel”[26] diyen yazar, mekânı da insandan ayrı ele almaz ve eserlerinde mekân, insanlarıyla beraber bir anlam kazanır, yazar bütün atmosferi insan psikolojisi merceğinden yansıtır.[27] Mekân tasvirleri, yaşayan insanlarıyla birlikte yapılır ve insan tasvirlerin vazgeçilmez bir ögesi olur. Böylelikle İstanbul, insanlarıyla birlikte ele alınarak eserlere yansıtılır.