Karay’dan önce yahut görece döneminde verilen eserler, taşraya duygusal veya aşırı realist bir tavırla yaklaşmışlardır. Bundan ötürü taşra ya romantizmin gölgesinde silikleşmiş ya da realizmin altında ezilmiştir.
Refik Halit Karay (1885-1965), “taşra”yı Türk yazınında en iyi işleyen yazarların başında gelir. Sürgün yıllarında (1913-1918) Anadolu’ya gelen yazar, Anadolu’yu gözlemleme imkânını yakalamış ve hikâyelerinde beslendiği zengin bir kaynak olarak değerlendirmiştir.
Karay, Memleket Hikâyeleri’ine taşrayı ereksel bir yaklaşımdan ziyade realist bir bakış açısı ve sade bir üslupla taşımıştır. Taşra insanının sosyo-kültürel ve ekonomik yaşantısını, gündelik vakalar eşliğinde ele alan yazar toplumsal çarpıklıkları, bürokrasideki yozlaşmayla bütünleştirerek hikâyelerinde işlemiştir.
Karay’dan önce yahut görece döneminde verilen eserler, taşraya duygusal veya aşırı realist bir tavırla yaklaşmışlardır. Bundan ötürü taşra, ya romantizmin gölgesinde silikleşmiş ya da realizmin altında ezilmiştir. Evvelden taşrayı ele alan Nabizâde Nazım’ın Karabibik eseri, realist ve psikolojik tasvirler barındırmış olsa da gerek eserin tamamlanamaması gerekse karakterlerin ve olayın sınırlı kalmasıyla Memleket Hikâyeler’indeki gibi kapsayıcı olmamıştır. Nabizâde Nazım, “O güne kadar hiç ele alınmamış bir konuyu işlemek istemiştir... Zola’nın ve onun sanatını etraflı bir şekilde bize tanıtmaya çalışan Beşir Fuat’ın tesiriyle ve sadece bir edebî mektep nazariyesine uymak gayesiyle böyle bir konuya ilgi göstermiştir, bir de kendi kitabının önsözünde işaret ettiği gibi naturaliste’lere karşı Osmanlı basınının dar görüşlü tepkisine mukabil, konusunu bu yolda seçmiştir.” (Dino 1954: 153-1549). Sonradan verilen eserlerin çoğunda da ereksel yaklaşımı görürüz. “Taşra”, ya “merkez”in ideolojisinin yüceltilmesi yahut da ideolojik yaklaşımların vücut bulaması için alegorik olarak işlenmiştir. En bilinen eserlerden Yaban, İnce Memed, Yılanların Öcü gibi eserlerde bu durumu görebilmekteyiz.

“Taşra” Neredir? Nereye ve Hangi Koşullara Göre Tanımlanır?
Taşra kavramı konumlandırıldığı zemine göre anlam kazanmaktadır. Bundan ötürü yapılan her tanımlama yeni bir anlam ve muğlaklık getirmektedir. Dolayısıyla kavramı tanımlamak için bir sınır ya da merkez tespiti yapma zorunluluğu vardır. “‘Toplumun bir merkezi vardır.’…Merkezler oluşturulurken kullanılan malzeme de toplumlara göre büyük değişiklik gösterir.” (Mardin 2015: 55). İşte sorun bu malzeme ve sınırları belirlemekte düğümlenir. Siyasete mi yoksa iktisada mı, zamana mı yoksa mekâna mı, kültürel ya da eğitim faaliyetlerine göre mi tarif edilmelidir? Hangisi daha doğru ve kapsayıcıdır? Neden?
TDK taşrayı: “Bir ülkenin başkenti veya en önemli şehirlerin dışarıdaki yerlerin hepsi, dışarılık.” olarak tanımlar (TDK 2018). Eski Türkçe’de ise kelimenin kökünün taş (dış) olduğunu ve zamanla datif ekini alarak isimleştiğini görmekteyiz (Ergin 1972: 91). TDK’nın birinci tanımına baktığımızda muğlak bir tanım ikincisinde ise etimolojik tanımla eşdeğer bir tanım görürüz.
Öncelikle “dışarı”nın olması için “içeri”nin olması gerekir. Bu “iç” (merkez) nereyse ve nasılsa “dış”ta (taşra) ona göre belirlenmektedir. Çünkü taşra kavramının anlam kazanması için karşıtlığının, yani anlamın tamamlanması için bir merkez kavramının olması ve “taşra” kavramını biçimlendirmesi gerekir. Nitekim taşra bir tanıma ihtiyaç duymaz, burada merkez bir arayışa girip yeni bir tanımlamayla kendisini belli bir yere konumlandırıp taşrayı tarif eder.
17. ve 18. Yüzyıllarda Batı’da temelleri atılan modernizm,[1] geleneğin ve yerelin karşısında konumlanarak aklı temel almıştır. Aydınlanma ve sanayi devriminin etkisiyle yeni değerler ve ürünler ortaya kayarak merkezi konuma geçmiştir. Yerel değerler böylece akıl, bilim ve seri üretim karşısında pasif duruma düşmüştür.
Modernizmin merkezler inşa etmesi merkezlerin dışında kalanı tanımlama ihtiyacını doğurmuştur. Bu ihtiyaç, modernizmin temel unsurları olan akıl, bilim ve iktisadi gelişmeleri temele alarak merkez ve taşra tarifleri üretilerek giderilmeye çalışılmıştır. Fakat modernizmin sorgulanmasıyla yeni değerlerin ortaya çıkması ve bu değerlerin birbirini yeniden biçimlendirmesi ayrıca “zamanın ve mekânın sökülüp takılabilir” (Bora 2005: 45) duruma gelmesiyle modernizmin merkez tanımı sarsılmış ve geçerliğini yitirmiştir.
Her toplumun merkezleri oluşturulurken kullanılan malzeme farklı olduğuna ve her toplum için geçerli bir merkez tarifi yapılamayacağına göre merkez ve taşra tarifleri de toplumdan topluma farklılık gösterecektir. Türkiye’de taşra ve merkez kavramını anlamak için Osmanlıdan günümüze merkez çevre tanımına ve merkez çevre ilişkilerine bakmak gerekir. Osmanlıda Tanzimat Fermanı’na kadar sultan merkeze alınarak her şey yapılandırılmış, siyaset, kültür, ekonomi vs. onun yaşadığı yerde halkalanmıştır. Çevre, ekonomik, siyasal ve kültürel üstünlüğü elinde tutan devletin (padişahın) karşında zayıf ve ona tabidir.[2] Fakat Tanzimat Fermanı’yla beraber mevcut düzen değişmeye başlayıp yeniden şekillenmeye başlamıştır. Dolayısıyla yeni kavram ve anlayışlar ortaya çıkmıştır.

Bu konuda Tanıl Bora’nın derlediği Taşraya Bakmak kitabında A. Turan Alkan’ın şöyle bir tespiti vardır: “Taşra bir Tanzimat icadıdır. Batı’lı tarzda tasavvur edilen vatan kavramının ücra köşelerini, en azından Üsküdar’ın fukara semtlerinden biri gibi görmeyi tahayyül ederken bambaşka bir âleme düşen bürokrat takımının hayal kırıklığı ile tasvir ettiği bir türlü içine sindiremediği bir modern vakıadır.” (Alkan, Aktaran: Bora 2005: 70).
Osmanlının çökmesiyle taşranın Millî Mücadeleye başlayıp siyasi kuvveti eline almasıyla merkez değişmiş, yeni bir denklem ortaya çıkmıştır. Merkez taşrası olan Ankara’yla yer değiştirmiştir artık. Taşra yeni siyasi, sosyal ve kültürel kodlar üretmeye başlayacak ve ülkenin geri kalanını kendisinin taşrası ilan edecektir. Nitekim yeni merkez eski merkezin sembolü sultana karşı cumhuriyeti, kültürel değerleri yeniden yapılandırmak için Arap alfabesine karşı Latin alfabesini ve Divan edebiyatına karşı memleket edebiyatını yerleştirerek yeni bir merkez oluşturacaktır.[3]
Merkezin taşrayı kendince konumlandırması, kendi penceresinden doğru görünebilir. Fakat içerisinde bir paradoks barındırır. Merkezin taşra olarak gördüğü yerler de kendilerine taşralar bularak amorf taşra tarifleri üretecektir.[4] Dolayısıyla bu yaklaşım gerçekte sağlam bir zemine oturmaz ve kayganlaşır.
Taşrayı önceden kültür, bilgi ve dünya görüşü gibi unsurlar üzerinden tasnif etmek mümkünken günümüzde artık böyle bir tasnifte bulunmak geçerliğini kaybetmiştir. Globalleşmeyle mesafe ve zaman farkı ortadan kalkmış insanlar arasındaki etkileşim saniyelere inmiştir. Artık internet sayesinde Kayseri’nin köyündeki fertle İstanbullu fert birbirlerinin hayatlarındaki anlık gelişmelere şahit ve ortak olabilmektedir. Taşralı fertte merkezin gündemine yorum yapmakta ve dâhil olup yönlendirebilmektedir. Artık yüz bin kitap kapasiteli bir kütüphane yarım kiloluk sabit diske sığdırılıp paylaşılabilmektedir, böylece bilginin menbaı çeşitlenmiş merkezi iktidarı yıkılmıştır. Bu etkileşimden dolayı taşrayla “merkez” arasındaki sınırlar erimiş ve akışkanlaşmıştır. Netice itibariyle “Hem şehirler taşralaşıyor hem taşrada şehirleşmenin veçheleri zuhur ediyor.” (Bora 2005: 44).
İktisadi olarak bakıldığında ise bir sanayi şehrinin iş imkânı ve ekonomik bakımdan üstün olmasını, kalabalıklaşıp cazibe merkezi haline gelmesini baz alarak merkeze oturtabiliriz. Fakat bu durumda zamanının ve mekânının kültürel misyon yüklediği şehirlerin nasıl bir taşraya konumlandırılacağı ve siyasi merkezin barındırdığı büyükşehir değerlerinin nasıl yorumlanacağı problemleri ortaya çıkar.
Bu yaklaşımlar haricinde insan üzerinden bir ayırım yapılabilir mi? Eskiden giyim, kuşam, beğeni ve ağız özellikleri gibi unsurlar üzerinden bir taşralı tarifi yapılabilirken mevcut şartlarda yapılacak bir ayırımın geçerliğinin kabul görmesi ihtimal dâhilinden çıkmıştır. Artık merkezdeki popüler programlar, filmler, kot, tişört ve saç kesimi tarzları taşrada da yaygınlaşmıştır. Eğitim ve kitle iletişim araçlarının etkisiyle taşradaki ağız farklılıkları da ortadan kalkmış dil aynileşmiştir.[5] Peki bunca yaklaşım ve tanımlamadan sonra taşranın bir yer olduğunu söyleyebilir miyiz? Bu soruya kesin bir cevap vermek çok zor. Ya da çok basit: “Taşra bir kavramdır belki.” (Çur 2005, Aktaran Bora 2005: 134). Arzu Çur, bu konuda şöyle der: “Fakat bir düşünün taşra neresi? Arvahi mi? Biga mı? Çankırı mı? Van mı? Ümraniye mi yoksa? Taşra neresi?
Biz büyük şehirde yaşayanlar taşrayı sanki bir tek yermiş gibi görme eğilimine sahibiz. Oysa hiçbir küçük şehrin dokusu birbirine benzemez ki. Çankırılı bir kadının yaşamıyla Çanakkalelininki birbirinden farklıdır. Köyde yaşayanla kasabada yaşayanınki de öyle. Fakat diğer yandan İstanbul’da Bebek’te oturan bir kadınla sözgelimi Ümraniye’nin gecekondularında oturan arasındaki ayırım daha çetin değil mi? Taşra bir yer değil artık bir kavram belki.” (Çur 2005, Aktaran Bora 2005: 134)
Memleket Hikâyeleri’nde Taşra
Taşrada Mekân ve Zaman
Refik Halit Karay’ın hikâyelerinde “peyzaj ve dekoru birbirinden ayırmak oldukça zordur” (Aktaş 2004: 124). Çünkü yazar peyzaj ve dekoru olay örgüsü ve karakterin ruhsal durumuyla bütünleştirerek işlemektedir. Nitekim Sarı Bal hikâyesinde mekânın olay örgüsündeki mesajla bütünleşmesi için olumsuz bir tasvirle karşılaşırız.
“Burası, penceresi, nefesliği olmayan çukur, basık, loş bir yerdi; ahıra benziyor ve ahır kadar kokuyordu. Dışarıdan yeni girince keskin ve ekşi bir yaşlık, gözleri sulandıran bir sirkeleşmiş hava insanı tıkıyor, değişmeye değişmeye çürümüş sanılan sıcak, kötü bir yağ gibi yüze yapışıyordu.” (Karay 2015: 67).
Ayşe’nin Yazgısı hikâyesinde aynı adlı karakterin kötü yazgısı yaşadığı yerle bütünleştirilmiştir. “Ana kız ‘Abidin’in Köşkü’ denilen bu yıkık, korkunç, yalnız kovukta bekçi gibi oturuyorlardı… Yıkık duvarları çökmüş çatısı, dökülmüş kafesleri, her taraftan ayrılmış sıvalarıyle eski bir mezar gibi ölümü düşündüren bir hal almıştı… Her yönünden deve dikenleri fırlamış olan bahçesinde hep açık kapısından mahzen gibi karanlık bir oyuk içinde tavan tahtaları seçilen ahırında, samanlı gübreler yığılmıştı.” (Karay 2015: 171).
Yatık Emine hikâyesinde yazar, köyün merkezden ne kadar ayrı ve uzak olduğunu abartılı bir realizmle betimler ve okuyucuyu mekân tasviri üzerinden hikâyenin atmosferine çeker. “Yöreye oranla o kadar yolsuz ve yüksekti ki sanki buraya insanlar yokuşları tırmana tırmana değil, gökten serpilerek gelmişler ve inmeğe iz bulamayarak öyle, dünyaya ilgisiz bir küme halinde kalmışlardı. Haymana ovasının ortasında, en yüksek bir yerde gözcü gibi bekleyen kasaba, kerpiç evleri ve ağaçsız sokaklarıyla ne kadar zevksiz, yürek karartıcıydı.” (Karay 2015: 12).
Hasılı yazar, mekân tasvirlerini, muhtevaya göre parçalama ve eklemelerle yeniden üretip kurgu düzlemine oturtmuştur.
Memleket hikâyelerinde zaman “müslüman saati”ne[6] ayarlıdır. Modern insanın yaptığı gibi fiziki ve felsefi olarak sorgulanıp parçalanmamıştır. Doğaya ve dinî vecibelere göre ilerleyip karşılık bulur.
Zamana yaklaşımın ipuçlarını metinlerdeki anahtar niteliğindeki kavramlardan yakalayabilmekteyiz. “Yeni gelen yazı işleri müdürü ikindi vakti, kalemlerin boşalıp dairelerde kimsenin kalmadığına pek şaştı.” (Karay 2015: 40). “İkindi üzeri merkeplere bindiler, rahvan yürüyüşlü, yumuşak palanlı rahat hayvanlardı.” ( Karay 2015: 44). “Ramazanı burada geçir, benim evimde yat kalk!” (Karay 2015: 158). Ramazan ve ikindi tabirlerinden gerek günlük gerekse senelik zaman dilimlerinin belirtildiğini görmekteyiz.
Eşraftan Külahçıoğlu Hilmi Ağa bu akşam iki arkadaşıyla içip içip coşmuş, saat beşe doğru: Ne duruyoruz be hadi Sarı Bal’ı oynatalım!” Buradaki saat alaturka bir diğer adıyla ezani saattir.
Münferit yaşantılar dışında toplum doğal zamana göre yaşanmaktadır. Boz Eşek hikâyesinde güneşin çekilmesiyle yaşamın durduğunu görürüz. “Güneş gitmiş, arkalarındaki sular parlamaz olmuştu. Etrafı kapatan dik, sivri dağlar; duman ve bulut sarılı kocaman başlarını birbirine dayayarak çoktan uykuya varmışlardı. Köy, kayaların kat kat gölgelerine gömülü, ne penceresinde bir ışık ne yollarında bir ses, karanlıkta bekliyordu.” (Karay 2015: 96).
Taşrada Ahlak
Taşrada bireysel ahlak yoktur. Kollektif bir ahlak vardır. Fakat bu ahlak da fertte bir karşılık bulmaz. Toplum, miras kalan ahlakı sorgulamadan yaşatmaya çalışır. Lakin her ne kadar bu miras yaşatılmaya çalışılsa da günlük yaşantıda bütün çarpıklığıyla gün yüzüne çıkar. Karay toplumsal ahlakın tutarsızlığını ve yozlaşmışlığını, kadının mağduriyeti ve konumu, esnafın veya bürokratın tembelliği ve uçkura düşkünlüğü üzerinden ifşa ederek eleştirir.
Yatık Emine hikâyesinde aynı adlı kahraman kasabalılar tarafından “Hele hükûmatın ettiğine bak, kötü karıları gönderecek bizim memleketi mi bulmuşlar?..” denilerek istenmese de gerçekte durum farklıdır. Gerek memurdan gerekse gençlerden onu arzulayanlar vardır. Kalem odacısı Yatık Emine için işi erkenden bırakıp eve gelir. Bir iki genç Yatık Emine’nin kaldığı evin kapısını zorlayıp içeri girer. Tapu memuruna merkez komiseri Hacı Bekir Efendi “Git de gözü onda gör, adamın yüreğini gıcıklıyor.” (Karay 2015: 20) diye itirafta bulunur. Jandarma eri “Yetişemedim be, gebermiş!..” (Karay 2015: 38) diyerek hayıflanır.
Sarı Bal hikâyesinde eşraftan Hilmi Ağa’yla kaymakamın basılması, Ayşe’nin Yazgısı’nda gencin tecavüz etme girişimi sırasında ölmesi Şeftali Bahçelerinde memurların zevk ve sefaya düşmesi toplumun ahlakının eşelendikçe kirli taraflarının ne kadar çok olduğunu göstermektedir.
Taşralı, olanların farkındadır fakat dengenin sağlanması ve düzenin devam etmesi için yaşananların üstünü örtme ve meşrulaştırma konusunda enstrümanlarını kullanmaktan çekinmez. Nitekim Vehbi Efendi’nin Kuşkusu’nda komşu kızı Hanife’nin Vehbi Efendi ile zorla evlendirilmesinde bu durumu görürüz. “İmam: ‘Yalanı var mı ya; çivileri sökülmüş, menteşeleri oynamış, kapıyı dün gittim, gözümle gördüm… Vallahi birader; sen bilirsin, yarın kadıya gidecekler. Ben bir rezaletin önünü alayım diye savaşıyorum.” (Karay 2015: 63), daire müdürü ise “Ya nikâh ya istifa, yoksa başmüdüre yazarım ha!” diyerek mobbing uygular.
Burada ilginç olan, diğer hikâyelerde eleştiri konusu olan “Kadı, müdür, imam hep birlik olup” ( Karay 2015: 64) olayı meşrulaştırmaya çalışmalarıdır. Lakin Karay bunu bilinçli olarak yapar. Amacı tezat oluşturup tezini sağlamlaştırmaktır.
Taşrada Din ve Din Adamları
Osmanlı İmparatorluğunun teşekkülünde ve mekezin taşra ile iletişim halinde kalıp otoritesini temin etmesini sağlayan unsurlardan biride taşrada toprak açıp işleten, derbent bekleyip güvenliğe yardımcı olan kolonizatör dervişler ve zaviyeleridir.[7] Dervişler ve zaviyeleri devletin yıkılışına kadar imparatorluğun her köşesinde görünmekteydi. Fakat zamanla edindikleri maddi güç ve etkiledikleri halk kitlelerinin desteği onların yozlaşmalarına ve merkezi otoriteyi tanımamalarına sebep olmuştur.[8] Bu yozlaşma ve aksi tepkiler gerek tarihte gerekse edebiyatta yer bulmuştur.
Din, din adamları ve halkın dini konudaki cahilliği, Refik Halit Karay’ın hikâyelerinde de eleştiri konusu olmuştur. Bu eleştiriler yer yer hikâyenin ana konusuyken yer yer de olay örgüsüne dahil edilerek işlenmiştir.
Sarı Bal hikâyesinde görüldüğü gibi din adamı, olması gereken biri gibi değildir. O da toplumun karşı çıktığı “ahlaksızlık”lardan birine-ki halkın karşı çıkmasına sebep olan referansın temsilcisiyken-Sarı Bal’ın “ahlaksızlık”larının “tuzağına”, düşmüştür. Hikâyede geçen “Camiikesrin o kendini beğenmiş sof imamını bile bir gece burada basıvermişlerdi.” (Karay 2015: 70) cümlesi yaşanan çarpıklığı ifşa eder.
Din adamı bazen toplumun düzeninin devam etmesi için mobbing uygulayanların arasındadır. Vehbi Efendi’nin Kuşkusu’nda İmam, Vehbi Efendi’yi “Yalanı var mı ya; çivileri sökülmüş, menteşeleri oynamış, kapıyı dün gittim, gözümle gördüm… Vallahi birader; sen bilirsin, yarın kadıya gidecekler. Ben bir rezaletin önünü alayım diye savaşıyorum!” (Karay 2015: 63) diyerek evlenmeye zorlar.
Halkın dini konudaki bilgisizliği dini sömürü aracı olmaya müsait kılmıştır. Cer Hocası hikâyesinde Asım işinden çıkartıldıktan sonra taşrada yalan söyleyerek bir köye kapılanmaya çalışır, Yatır hikâyesinde ise Abdi Hoca itibarını kaybetmemek için yalandan fetva verir.
“Hoca yutkundu; düşündü. Hayır diyemezdi, İlistir’e, Kadiri şeyhine, belki de daha başkalarına görünen ermişin ona daha önce görünmesi gerekmez miydi? Hem mademki onlara da Abdi Hoca’nın ismi vererek belirtmişti, bilmez görünmek dal budak salan adına tâ dibinden balta vurmak demekti…” (Karay 2015: 109).
Dinin gelir kapısı olarak görülmesi çekişmelere de sebep olur. Cer Hocası’nda Asım, köydeki imamın “Bana bak, dedi, iyi olunca, yarın, öbür gün, buradan çekil, işine git! Bizim köyümüz hoca, molla istemez, çoluk çocuğa para vermez!..” (Karay 2015: 155) gibi tepkili cümleleriyle karşılaşır.
Karay, sadece din adamını eleştirmemiştir, halkın yaşayışını ve anlayışını biçimlendiren “din” konusundaki bilgisizliğini de hicvetmiştir. Nitekim Boz Eşek hikâyesinde bunu görmekteyiz. Köylüler “…görevlerini yapmaktan doğan bir sevinçle sık sık eşeğin sözünü edi[p], kancıklara saldırdığını unutmuş görünerek ahırda, kendi kendine kalınca, iki tarafa başını sallayıp Tanrı’ya dua ettiğini anlatı[p], birbirlerini kandır[arak]” (Karay 2015: 101) eşeğin bir veli olduğuna kanaat getirirler.
Taşrada Kadın
Yaşadığı dönem göz önünde bulunduruldu