Gözlerim dolu dolu burayı gezerken Ahmet Arif’in yaşadığı sıkıntıları ve Leyla Erbil’e duyduğu büyük tutkuyu düşünüyorum.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi fark edemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.

En sevdiğim şiirlerden birisidir “Desem ki”. Cahit Sıtkı’nın ölüm mefhumunu bu kadar çok irdeleyip gencecik yaşta hayattan göçüp gitmesi ise düşündüğümde ruhumu ezer. Ona karşı istemsiz bir şefkat duyarım. Bu dizelerin sahibi, eşsiz yetenek ölüm ve yaşama sevincini aynı potada eriten ölümsüz şair Cahit Sıtkı’nın ruhuyla bütünleşmek için Diyarbakır’dayım bu sefer. Benim ruhumu bu denli besleyen bir sanatçıya ahde vefa duygusuyla ulaşıyorum Diyarbakır’a. Diyarbakır’a ulaştığım ilk anlarda dayanılmaz sıcak istemsizce termonetreye bakmama neden oluyor. Gördüğüm manzara inanılmaz, 46 derecelik bir çölün ortasındayım! Kendimi otele atıp biraz istirahat ettikten sonra oldukça yardımcı otel personelinin direktifleri ile birbirine çok yakın olan rotalarımda gezinmeye başlıyorum. İlk olarak İslam dünyasının beşinci Harem-i Şerifi olarak bilinen, yapımına 7. yüzyılın ikinci yarısında başlanan Ulu Camii, ismine yakışan bir görkemle karşılıyor beni. Geniş avlusu, mimarisi ve tarihsel önemiyle cazibe merkezi hâline gelmiş olan bu yapı kendisine bahşedilen bütün lütfu hak ediyor. Burada uzun süre kaldıktan sonra Diyarbakır’ın dar ve kendine özgü sokaklarını arşınlıyorum. İnanın Diyarbakır sıcağına rağmen bu sokaklarda gezinmek bile bu şehre ayak basmaya değer. Kendine mahsus olma hâli şehrin tüm mimari yapısına sinmiş durumda. Gri beyaz yapıların, hanların arasında ilerlerken kendimi ilk olarak Ahmet Arif Müzesi’nde buluyorum. Burası Ahmet Arif’in doğduğu yer değil ancak Diyarbakır halkının yetiştirdiği sanatçıya sahip çıkıp böyle bir mekânda onu anması çok hoş. Gözlerim dolu dolu burayı gezerken Ahmet Arif’in yaşadığı sıkıntıları ve Leyla Erbil’e duyduğu büyük tutkuyu düşünüyorum. Sevdiğine kavuşamamak, mektuplaşırken sevdiğinin burnunu sildiği bir mendile dahi razı olmak nasıl bir duygudur acaba? Bu umutsuz aşk, Ahmet Arif’i sanatsal açıdan beslerken bir yandan da kim bilir ne kadar kahretmiştir diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Ahmet Arif ile vedalaşıp gezimin ana güzergâhına ulaşıyorum. “Memleket isterim, gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; kuşların, çiçeklerin diyarı olsun.” diyerek temennilerini dile getiren şairimizin memleketinde, baba ocağında olmaktan onun soluduğu havayı solumaktan, onun gezindiği bahçede yürümekten dolayı hissettiğim duygu yoğunluğunu anlatmaya ifade gücümün yeteceğini sanmıyorum. Onun ailesine gönderdiği mektuplara, kişisel eşyalarına gözlerimden yaşlar akarak bakarken öte dünyadan beni hissettiğini umuyorum. Ölümlü olan bedenlere inat ölümsüz olan ruhlarımızın o an orada bütünleştiğini düşünüyor avunuyorum. Bu atmosferin etkisi beni uzun süre esir alıyor. Durumdan hiç şikâyetçi olmasam da Diyarbakır büyük bir şehir ve görülmesi gereken yerlerin çokluğu, asli görevimi yapmış olsam da Diyarbakır sokaklarını yeniden arşınlamaya sevk ediyor beni. Hasan Paşa Hanı’nda soluklanıp o havayı solurken soğuk bir şeylere hayır diyemiyorum. Bu arada Diyarbakır'ın oldukça uygun fiyatlı bir şehir olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Maalesef bir gezgine yakışmayacak ölçüde yemek ayırdığım hatta kırmızı et hemen hemen hiç yemediğim için size Diyarbakır ciğercilerini anlatamıyorum. Ancak meşhur Diyarbakır kadayıfının damağımda bıraktığı lezzetten Kadayıfçı Saim’in misafirperverliğinden bahsetmeden geçmek o lezzete büyük bir haksızlık olur diye düşünüyorum. Güzel anıların hafızamda yerini almasıyla günü bitiriyorum.

Ertesi gün erkenden kalkıp surlar arasındaki şehrin kalan kısmına doğru yol alıyorum. İlk olarak enteresan sokaklardan geçerek Diyarbakır’daki Süryanilerin ibadet yeri olan Meryem Ana Süryani Kadim Kilisesi’ne gidiyorum. Biraz tedirgin bir yürüyüşten sonra kilisenin rehberinden cemaatle ilgili bilgilere ulaşıyorum. Diyarbakır sadece 48 tane Süryani yaşadığını öğrenince oldukça şaşırsam da hayatın döngüsü içinde bazı şeylerin engellenemediği gerçeği ile durumu kanıksıyorum. Kilisede bulunan bazı sütunların kilise inşa edilmeden önce çok eski çağlarda tapınak olarak kullanıldığını öğrenmem bu ziyarette ikinci bir bilgi olarak bana geri dönüyor. Şehrin merkezinde her yer birbirine çok yakın olduğu için Suriçi’ni dolaşmak bana büyük keyif veriyor. Diyarbakır Arkeoloji Müzesi’ni gezerken Anadolumuzun nice medeniyete ev sahipliği yapmış lütufkâr bolluğuna bir kez daha hayran oluyorum. Ülkemizde bu zenginliklerin olması, bu mirasın yüküyle bilinçli kuşaklar yetiştirme zorunluluğunu da beraberinde getiriyor. Aynı avlu içerisindeki Saint George Kilisesi, Arkeoloji Müzesi ve Atatürk Müzesi’ni gezerken kültürel mozaiğimizin çeşitliğini düşünüyorum. Kavurucu sıcaklık, tek başıma yolculuk, koşuşturmalı bir serüvenin yorgunluğu bir şehri daha keşfetmiş olmanın mutluluğu ile uçup gidiyor. Bize harika yaşantılar sunan ülkemize minnettarlığımı yine Cahit Sıtkı’dan dizelerle sonlandırıyor ve bir sonraki yolculukta görüşmek üzere diyorum:
“Memleket isterim
Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.”
Merve Köken