top of page

Orada Bir Köy Var Uzakta

Bir yandan şaşkınlık bir yandan mutluluk sarmışken tüm bedenimi, gözyaşlarım istemsizce yanaklarımdan süzülüyordu. O an Çalıkuşu Feride’ydim. Zaman farklı insanlar farklıydı, Zeyniler köyünün yerini Değerli köyü almıştı.

 

Bundan beş sene önceki hayatımı düşünüyorum da ne kadar basit heyecanlarım varmış diyorum. Tutkusuz, asgari isteklerle donatılmış, başka insanların hayatlarına dokunmanın öneminin fark edilmediği sıradan bir hayat... Üstelik o dönemler kendimi mutlu sayıyordum. Azıcık aşım kaygısız başım ve bana dokunmayan yılanın baş başa verip boşa geçirdiğim yıllar... Belki de bu bencilce küçücük dünyaya sığmamam gerektiğini düşünen kader bana bir oyun oynadı. Bir anda hayatım bana öğretilen, özendirilen şeklinden farklı bir yöne kaydı. Çığırından çıktığını düşündüğüm dünyamda değişimler birbirini izledi. Ne mi oldu? Daha çok hayata karıştım, nefes aldığımı, evrende iz bıraktığımı hissettim. Hâlâ bu izi sürekli ve sonsuz kılmaya çalışıyorum. Nasıl mı? Seyahat ederek, güzel kitaplar okuyarak, iyi oyunlar izleyerek, zihnimi görsel şölenlerle meşgul ederek... Sanırım en önemlisi ise öğretmen olmamın verdiği çocuk sevgisiyle yurdun çeşitli bölgesinde öğrenim gören çocukların hayatlarına dokunmam sayılabilir. Kendimle gurur duymamı sağlayan bu oluşum aslında çok yeni. Üç sene önce bir arkadaşımın sosyal medya hesabında yaptığı bir yardım çağrısına verdiğim olumlu yanıtla üç senede üç okula kışlık paylaşım yapma şansını elde ettim. Bunları kendimi övmek için değil bana “Gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür.” dediğimiz bir köyü görme şansına sahip olduğum için anlatıyorum. Çünkü paylaşımımı yaptığım son okul olan Hakkâri Yüksekova Değerli Köyü İlkokulu öğrencilerinin sanki çok önemli bir insanmışım gibi beni çok merak etmeleri, Yüksekova’ya doğru yola çıkmamı sağladı. Bu güzel paylaşım tatlı anılarla dolu bir geziye dönüştü.

Bir akşam kesin kararımı verdim: O köye gidecek, o çocuklara sarılacaktım. Bunu yapmazsam hayatım boyunca kendimi affetmezdim. Ani bir kararla ocak ayında kendimi -18 derecelik bir yerde buldum. Yüksekova’ya giden uçakların çoğu hava muhalefeti nedeniyle iptal olurken o gün şansım yaver gitti ve artık ülkemizin en doğusundaydım. Buz gibi ayazda beni karşılayan öğretmen arkadaşım ve okulun müdür yardımcısı ile beraber Değerli Köyü’ne ulaştık. Buzla çamur karışımı yolları aşarak uzak köylerden taşımalı olarak okullarına gelen 2-C sınıfı öğrencilerime kavuşmama az kalmıştı. Hayatım boyunca bu kadar anlamlı bir heyecan yaşamamıştım. Sınıfa önce çocukların öğretmenleri girdi ve onlara bir sürprizinin olduğunu söylediğinde hep bir ağızdan “Merve öğretmen mi geldi?” dediler. Sınıftan içeriye girdiğimde ise bir sevgi yumağının ortasında buldum kendimi. Mütemadiyen size sarılmak isteyen ve yaptığınız küçücük bir paylaşımdan dolayı minnet dolu gözlerle sizi izleyen bir masumiyet abidesi bir grup düşünün. Bir yandan şaşkınlık bir yandan mutluluk sarmışken tüm bedenimi, gözyaşlarım istemsizce yanaklarımdan süzülüyordu. O an Çalıkuşu Feride’ydim. Zaman farklı insanlar farklıydı, Zeyniler köyünün yerini Değerli köyü almıştı. Gerçek olan tek şey vardı, ailelerinin el bebek gül bebek yetiştiremediği yavruların size karşı sevgisiydi. Beraber yaptığımız etkinlikleri, söylediğimiz şarkıları, oynadığımız oyunları ve o birkaç saatlik süre içinde yaşadığım kutsal ve saf duyguları ifade etmeye kelime haznem yeterli olmayabilir. Ancak bu deneyimi yaşadığım için hayata devamlı teşekkür ettiğimi belirtmem gerekir.

Okul çıkışı çocuklara veda ettikten sonra Yüksekova’yı görme şansım oldu. Ben şehirlerin kendine ait bir rengi olduğuna inanıyorum. İstanbul’a maviyi, Trabzon’a yeşili, Ankara’ya beyazı, İzmir’e turuncuyu uygun gören zihnim maalesef Yüksekova’ya boz çamurlu bir sarıyı uygun gördü. İnsanların misafirperverliğine saygısına katiyen sözüm olmayan bu şehrin geri kalmışlığı beni derinden etkiledi. Her mahalleye iki üç adet düşen marketler zinciri bile ben gittiğimde iki hafta önce açılmıştı gerisini siz düşünün. Önceki senelerde yaşanan olumsuz olayların izlerini sokaklarda görmek mümkünken bu ziyaretin turistik bir gezi olmayacağının farkındaydım. Ancak yine de öğretmen arkadaşım beni İran Pasajı’na götürdü. Kendisinin misafirperverliğine, insanlığına ve bir öğretmen olarak öğrencileri üzerindeki çabasına hayran kalmışken beni mutlu etmeye çalışması takdirlerin en büyüğünü hak ediyordu. Ben zaten bu deneyimi yaşadığım için çok mutluydum. Ertesi sabah ise Hakkâri’nin yerel ve kültürel birtakım yerlerini görmek istedim. Bu yüzden bir saat sürecek olan yolculukla Hakkâri merkeze ulaştık. Bu esnada sürekli güvenlik kontrolünden geçtiğimizi söylemeliyim. Bölgedeki sahte kimlik ve yasadışı olguları engellemek adına böyle önlemlerin alındığını öğrendim. Hakkâri’ye ulaştığımızda ise aynı renk karşıladı bizi. Yine sarı boz sarı bir atmosfer etrafı sarmıştı. Hakkâri’nin turistik mekânlarını oraya gelmeden araştırdığımda tarihi bir medresen bahsedildiğini duymuştum. Uzun uğraşlar sonucu medreseye ulaştığımızda ise medresenin kapısına mühür vurulduğunu gördük. Büyük şaşkınlık yaşadıktan sonra hiç değilse önünde bir fotoğraf çekildikten sonra oradan ayrıldık. İkinci durağımız Hakkâri Kültür Evi’ydi. Bu yer hakkında da bir bilgi sahibi değildik. Ancak bir kent müzesi olduğunu umarak ikinci durağımıza doğru yola çıktık. Hakkâri Kültür Evi’nin bahçesini sevmiştim. Hakkâri’nin meşhur “ters lale”sini görememiştim ama burada heykelini gördüm. İçeri girdiğimde ise yine hayal kırıklığı karşıladı beni. Burası adına uygun olarak kültürel zenginlik içeren bir yer değil bir kafeydi. Bu şaşkınlığı da hemen atlatıp Sümbül Dağı’na karşı sıcak bir şeyler içerek yorgunluğumuzu attık. Bu kış İstanbul’da hiç kar görmemiş biri olarak Sümbül Dağı’nın beyazlığı beni mutlu etti. Vakit dar olduğu için Yüksekova’ya geri dönmemiz gerektiği gerçeği bizi sıkıştırıyordu. Ancak her gittiği yerden hatıra olarak magnet alan ben Yüksekova’da bulamadığım magneti burada da bulamadım ve biraz buruk bir şekilde havaalanına doğru yol aldım. Her gittiğim yerden magnet almamın sebebi gittiğim yerlerden bir nişane bulundurmaktı aslında. Sonra düşündüğümde ise en büyük ve en değerli nişanelere sahip olduğumu fark ettim. Çocukların gülüşleri, mutlulukları, fotoğraflarımız, bana yazdıkları mektuplar, çizdikleri resimler, annelerine ördürüp hediye ettikleri patikler bunlardan kıymetli anılar olur mu?


Uçağıma doğru yol alırken hayatın bana sunulmuş bu armağanını hiç unutmamayı diledim. Sizleri hiç unutmayacağım Delila, Şoreş, Kamil, Hazal, Dilşad, Medine, Fatma, Yunus, Taha, Enes, Ronahi... Siz de beni unutmayın olur mu?


Merve Köken

20 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör