Melisa Yılmaz ile Üflenmemiş Rüzgârlar Üzerine
Lidiyamis’in kasabasının temsil ettikleri, hikâye edilmiş mekânından, manavından, bakkalından fazlasıdır. Orada özel bir coğrafyanın, bir alt kültürün değil bütün bir yapının eleştirisi var. Orada ötekileştirmenin, yabancılaştırmanın, tekdüzeleşmenin ve yalnızlaşmanın bir kazısı var.
Kitabınızın da ilk öyküsü olan “Lidiyamis’in Ölümü” ile başlamak istiyorum. Öyküde kasaba ve köy üzerine yoğun bir eleştiri var. Kasaba halkının, maskelerinin ardına gizlendiklerini aslında ahlaki değerlerinin içten içe çürümüş olduğu görüyoruz. Büyük şehirlerin derdinden, tasasından, kötülüğünden kaçmayı hayal ettiğimiz o güzel köy ve kasabalar aslında sandığımız kadar güzel değiller mi?
Öncelikle bir noktayı netleştirmek istiyorum: Lidiyamis’teki mesele, dert ve tasa kesinlikle yalnızca köy ve kasabaya yönelik olmaktan ibaret değil. Öykünün kelimeleriyle konuşmam gerekirse kasaba ve köy gibi toplumun nispeten küçük birimlerini, onun konserve edilmiş birer parçası olarak görüyorum. Elbette bir toplum zaman ve mekâna homojen olarak yayılabilen cansız bir varlık değildir, şüphesiz tenekelerde ve soslarda farklılık olacaktır. Ama yine de Lidiyamis’in kasabasının temsil ettikleri, hikâye edilmiş mekânından, manavından, bakkalından fazlasıdır. Orada özel bir coğrafyanın, bir alt kültürün değil bütün bir yapının eleştirisi var. Orada ötekileştirmenin, yabancılaştırmanın, tekdüzeleşmenin ve yalnızlaşmanın bir kazısı var. Orası hem bir yer, hem her yer, hem de hiçbir yer.
Tersine göçe gelince, o masum Ege kasabasına yerleşmekle dolu emeklilik hayallerinin içerdiği stabil olana, köklü olana, eski olana dönme arzusunu burada uzunca irdelemek istemiyorum. Yalnızca size, içten içe işleyen kasaba kültürünün ve baskısının; her yanlış yaptığında günahla kirlendiğine inanan “temiz” Gretchen’e ne yaptığını hatırlatmak isterim. Onu ölümün ucuna getiren şey, Mephisto’nun oyunu ve Faust’un tutkusuyla birlikte artık var olmayı başaramadığı toplumsal düzen değil miydi?
Erkeklerin kadınlar üzerinde kurmaya çalıştığı tahakküm yüzyıllardır bilinen bir durum. Öykünüzde dikkat çeken nokta ise kadınların hemcinsleri üzerine kurdukları baskı. Özellikle kasabadaki kadınların İdil Miyas üzerinde kurmaya çalıştıkları baskı aslında kıskançlıklarının dışavurumu mu?
Bu soruya basitçe şöyle bir pankart açabilirdim, tahakküm her yerde. Otoritenin yönetilen, erkeğin kadın, çoğunluğun azınlık üzerinde kurduğu tahakkümü bariz biçimde görebiliyoruz. Ne var ki tahakküm aynı zamanda akranlar arasında, romantik ilişkilerde, öğrenen ve öğretilen ayrımında, aile içinde. İsmini koymadan, bazen ayırdına bile varmadan, onu iliklerimize dek hissediyor, yaşıyoruz. Foucault sistemin ayrıksılarını, “diğerleri”ni tanımlarken cinselliği, hastalığı, deliliği kümelemişti. Bütün bunları yazdığım sürece, tahakkümü de yazıyor olacağım. Dolayısıyla sebebin salt kıskançlık veya şu ya da bu olduğunu söyleyemem, sebep çok daha derinlerde, çok daha öznel ve aynı zamanda, çok daha hüzünlü.

Modern yazarlar kendilerini olabildiğince saklamaya çalışırken siz kendinizi hiç sakınmıyorsunuz. Kmi noktalarda ise adeta okura göz kırpıyorsunuz. Bunun kurguya bir zarar vermesinden endişelenmiyor musunuz? Yoksa bunun üslubunuzun bir parçası olarak mı görüyorsunuzi?
Karakterlerimi oluştururken en çok dikkat ettiğim şeylerden biri onları bir stereotip olmaktan uzaklaştırmaktır. Bazen cinsiyetlerini, isimlerini, uluslarını ve dış görünüşlerini bile tasarlamadan, sadece öykülerini kurgulayarak yazar ve onları yaşamla doldurmaya çalışırım. Elbette yazdığım yaşam “benim bildiğim” yaşam olduğu için benden izler taşımalarını doğal buluyorum. Bunu özel olarak planlamadığım gibi engel olmak da istemiyorum. Benim için önemli olan, öykülerinin benim dışımda işliyor oluşu ve başkalarında yeni anlamlar bulabilmeleri.
İkinci öykünüze geçtiğimizde aslında öyküyle beraber değişen bir üslup da görüyoruz. Bu durumun sebebi ilk öykü ile diğer öykülerin yazım süreleri aralarında bir zaman farkı olması mı?
Zaman farkı mutlaka bir etmen. Bununla birlikte, asıl faktörün öykülerin yapısında yattığını düşünüyorum. İlk öykü, Lidiyamis, Türk okuyucusuna çok daha tanıdık unsurlarla, diyaloglarla, kişilerle dolu. Açık bir şekilde Türkiye’de geçiyor ve kültürümüzden bariz izler taşıyor. Diğerleri için aynı şey söz konusu değil. Hatta bu şekilde belirli mekânlarda, özellikle Türkiye’de geçen öyküler yazmak alışık olduğum bir şey de değil. Ben genelde zamanı ve mekânı pek kestirilemeyen öyküler yazıyorum. Ayrıca öykülerimin atmosferleri de birbirine hiç benzemiyor. Kimisinde ışıklar kısıkken kimisi günışığı dolu; kimisinde acı baskınken kimisinde kara mizah var. Bu nedenle üslubun değişmesi doğal geliyor.
Öyküdeki kişilere ait isimlendirmeleriniz de dikkati çeken diğer bir nokta. Deina, Hernandez, Esperine, Gili ve -her ne kadar adının bir köyden geldiği söylense de- Sazaki... Yerli eserlerde yabancı isimler görmek kimi okurlarda bir çeviri eser okuyormuş hissi uyandırıyor. Okurların hikâyelerinizdeki kişilerle özdeşlik kuramamasından korkmuyor musunuz?
Aksine, isimlerin mekânlar ve olaylar gibi yerelden bağımsız olması benim için oldukça anlamlı. Hatta yapabildiğim öykülerde karakter isimlerini, zamansal göstergeleri, yerel mekânları hiç kullanmıyorum. Evrensellik benim için çok değerli, bir yazar olmanın ötesinde bir okur olarak da bunu çok önemsiyorum. Bu tür belirleyicilerden uzak yazmak benim için o kadar alışıldık bir durum ki tersini yapmaya çalıştığımda metinlerimde bilinçli bilinçsiz yırtılmalar olduğunu fark ettim. Neyse ki henüz kimse bana, Lidiyamis’in manav sahnesinde aylardan mart olmasına rağmen nasıl olup da incir satın alabildiğini sormadı.
Öykülerinizde kadın karakterler önemli bir yer tutuyor. Erkek karakterlerin psikolojisini, iç dünyasını net bir şekilde verememekten mi çekiniyorsunuz yoksa yalnızca kadınların anlatılmamış hikâyelerini, sıkıntılarını ve buhranlarını mı dile getirmek istiyorsunuz?
Aslında kitapta kadın öykülerinin ağırlıkta olması tamamen rastlantı sonucu ortaya çıkan bir durum diyebilirim. Kitapta yer vermeyi düşündüğüm daha fazla sayıda öykü vardı. Editörümle birlikte elemeye başladığımızda kadın öykülerini bir kenara ayırdık, sonra Lidiyamis’in ardından gelecek öykülerin kadın öyküleri olmasının tematik bir bütünlük oluşturacağını düşündük ve sonuç bu oldu. Yani elimde istemeyeceğiniz kadar erkek karakterli öykü kaldı ve sonra yazdıklarımın da çoğu cinsiyeti hiç belirtilmeyen karakterlerle dolu. Sonuçta özel olarak kadınları yazdığımı iddia edemem, özel olarak insanı yazdığımı bile iddia edemem, meseleye çok daha bütüncül bir perspektiften bakıyorum.
Aranjuez’in Sesi öyküsünde Umberto Saba, Leon Felipe, Antonio Machada ve Hayim Nahman Bialik gibi Türkiye’de herkesin de tanımadığı şairlerden alıntılar yapıyorsunuz. Bir yazar olarak kimlerden besleniyorsunuz? Popüler isimlerden uzak mı duruyorsunuz?
Her okurun tanrı ve tanrıçaları vardır. Benim gibi bilinmeyen köşeleri didiklemeyi seven, farklılığa tutkun olanların bile. Popüler yazarları, kitapları, şiirleri okumamdan özel olarak dışlamıyorum, klasikleri dışlayamayacağım gibi. Sonuçta klasikler de bir zamanların popülerleriydi. Fakat beni en çok etkileyen, bende en çok iz bırakan metinler metinlerimde izleri en çok kalanlar oluyor tabii. Deleuze’un “minör” veya “göçebe” dediği kalemler benim tanrı ve tanrıçalarım. Kendilerine dillerin içinde bir dil, yazılmışların içinde özgün bir köşe, hep yürünen yolların yanında gözden kaçmış patikalar bulanlar. Eskidikçe değerlenenler. Anlatımlar yavanlaştıkça dönülenler. Yazdığım her şeyi, mezarlarına birer çelenk çiçek gibi hesapsızca bırakabilirdim.
Enver Aykol