top of page

Mehmet Berk Yaltırık ile Abdülharis Paşa Üzerine

Kazandığımdan daha çok öykü yarışmasına girmiş ve kaybetmişimdir. Varlığı sevindirip daha çok yazmaya teşvik etse de yokluğu da yazmaktan vazgeçirmedi.

 

Abdülharis (Şerruh) Paşa romanının çıkış noktası nedir?

Lise yıllarımda -2002, 2003 gibi- kaleme aldığım bir öykü taslağında doğdu, Abdülharis Paşa. Geçici bir isim olarak fantastik olmasıyla bir dönem izlediğim dizilerden “Ruhsar”daki karakterlerden birinin ismiyle anıyordum. Abdülharis ismini de kısa süre sonra lügat karıştırırken buldum. “Şeytan’ın kulu” anlamına gelmesi ve “Çocuğa isim olarak verilmez.” ikazının olması ilham ateşini harlamıştı tabir-i caizse. Karakterin çıkış noktası hem Balkan halk inanışları hem de tarihteki Rumeli âyanları, derebeyleri oldu. Bram Stoker’ın Eflak Prensi Vlad Drakula’dan hareketle hayat verdiği Kont Drakula misali, yaşamında netameli olaylarla anılan, tarihî arka plana sahip bir şahsiyetin yaşamı ve yattığı yerde huzur bulamaması teması kadar yerli bir vampir öyküsü kaleme alma isteğimin de etkisi söz konusu. Öykü taslağını yazdıktan sonra bunu sonradan roman olarak kaleme aldığımı da hayal etmiştim.


Abdülharis Paşa bir “Drakula” arketipi midir? Bir esinlenme mi yoksa bu tiplemeyi yeniden yorumlama mı söz konusudur?

Tamamen bir esin kaynağı. 2003 Edirne’sinde geçen bir anlatıyla, 1890’ların Londra’sında geçen bir anlatının yegâne ortak noktası ikisinin de merkezinde bir Balkan efsanesinin ve “ölümsüz” bir Balkanlının yer alıyor olması. Canavarı kendi ifadelerinden, kendi gözünden okumamız söz konusu. Tarihteki “Rumeli”yi bir hatırlama ve onun dönüşümünü de mercek altına alma çabası. İki karakteri karşılaştıramam ama Abdülharis Paşa’nın Dracula’ya oranla daha temkinli, daha az cüretkâr olduğunu söyleyebilirim. Abdülharis Paşa yitip gitmekte olan bir imparatorluğun tebaası, tepeden gelebilecek ani değişikliklere karşı tavır almayı bildiği gibi şahsi statükosunu, alışkanlıklarını korumayı da biliyor. Hesaplı olsa da iniş çıkışlarıyla, değişen siyasi ve sosyal kırılmalarla birlikte kendine yeni rutinler belirliyor. Bunca rutine rağmen hesap edilemediği için okuru etkileyebildiğini düşünüyorum.

Tarihî roman yazmanın handikapları hakkında neler söyleyebilirsiniz?

İnsan bazı detaylarda boğuldukça tamamen bırakmakla kendi kendinize eziyet edip sonuna kadar devam etme dürtüsü arasında gidip geliyor bence. Sürekli diri tutulan bir merak söz konusuysa bu eziyet bir eğlenceye dönüşüyor. Detaylardan kastım dönemdeki resmî tabirler, olaylar, coğrafi isimler değil. Bunlar en kolay ulaşılabilenleri. Dönemi bir anlamda inşa ettiğiniz, kurguladığınız için en yakın olandan tahmin yürüterek dönem jargonunu, deyişlerini, insanların bakış açılarını, hislerini anlayıp yansıtmaya çalışıyorsunuz; en zor nokta bu bence. Okuyanda dönem hissiyatını oluşturmanın, anakronik hataların önüne geçmekten daha önemli olduğunu düşünüyorum. Zaten diyaloglarda yerel deyişlere ve ağız farklılıklarına bu nedenle yer vermeye çalışıyorum. Ayrıyeten belirtmesem de okurun bunun bir anlatı olduğunu, 20’nci ve 21’inci yüzyılların geçişinde yaşayan birinin kaleminden çıktığını fark etmesine izin veriyorum.


Öykücülükten romancılığa geçiş süreciniz nasıl gerçekleşti?

Aslında öykü yazmayı sadece hayal ettiğim dönemlerde roman yazabilmeyi de hayal ediyordum, istiyordum. İkisinin de yapısının farklı olduğunun bilincinde taslaklarım, denemelerim oluyordu. Öyküden ayrıca tat aldığım için öncelikle ona yöneldim. 2009 yazında ilk bloğumu açtığımda ağırlıklı olarak şiir denemelerim ve kısa notlarım yer alsa da öykü yazmak istiyordum. Nizami yazma maceram öyküyle başladı. 2010’dan günümüze 10 senede (tefrikaları da tek başlık altında sayarsak) 200’e yakın öykü kaleme aldım, vakit buldukça hâlâ yazıyorum. Roman yazma çalışmalarına da aslında 2012 gibi başladım ama ciddi anlamda 2015’e doğru üzerine ciddiyetle eğilebildim. “Yedikuleli Mansur” deneme mahiyetinde de olsa beni “Istrancalı Abdülharis Paşa” ve diğer roman taslaklarımın üzerine eğilmem hususunda cesaretlendirdi. Ölmez de sağ kalırsam 2020’lerde roman çalışmalarına ağırlık vermeyi planlıyorum. Yine vakit bulabilirsem senaryo denemeleri de kaleme alabilirim.


Yalnızca tarihi yahut korku türünde mi eserler vermeyi düşünüyorsunuz?

Şayet akademik araştırma veya görsel ürünlere yönelik çalışmalar değilse evet. Kendimi bu türlerde, eski ve dehşetli anlatılarda daha iyi ifade edebildiğimi, okurumu böyle bulabildiğimi düşünüyorum. Taslaklarımın mühim bir kısmı bu konularla alakalı.


Abdülharis Paşa gayet hacimli bir roman, ilk romanınız Yedikuleli Mansur da hacimli bir eserdi. Hacimli bir roman yazmanın süreci ve bu süreçte beslendiğiniz kaynaklar hakkında bilgi verebilir misiniz?

Zaman içerisinde belli notların birikip taslakların zenginleşmesiyle alakalı. Sonrası oturup: “Bunu yazacağım.” demeye bakıyor. Bununla birlikte hem yazmadan önce hem de yazım sırasında dönemle ilgili veya mesleki hususiyetlerle ilgili okumalar için sözlü ve yazılı kaynaklara bakma gibi bilindik süreçler söz konusu. Akademik çalışma ciddiyeti ve yazma disiplini istiyor her şeyden önce. Bu nedenle hatıratlar, kronikler, belgeler başta olmak üzere araştırmaları, tartışmaları, hatta yorumları bile okuyup fikri bir muharebeye girmek gerekiyor. Bilgiler de kurgu imbiğinden geçerek işleniyor. Bunlar çoğu zaman sözlü kaynaklar, bir kahvehane köşesinde dedesinden, büyük dayısından dinlediği harp hatırasını anlatanlar yahut “üç harflilerin” gadrına uğramış mütekait defineciler oluyor genelde.


2019 Gio Ödülleri’nde “Yılın Romanı” ödülüne layık görüldünüz. Bu ödül hakkındaki fikirleriniz ve duygularınız nelerdir?

Benim için büyük bir onur ve kıymetli bir hatıra. Okurun teveccühü en güzel ödül ama hayattayken tanıma imkânı bulduğum, ilgi alanlarının peşinde giderek yazan, çizen, okuyan, çeken bir sürü hayata dokunan, ilham veren, yeni ilgi alanlarının kapılarını açan Giovanni Scognamillo’nun adını taşıması açısından hayli gurur verici. GİO ödüller her zaman genç yetenekleri teşvik edici mahiyetini koruyacaktır. Yeni romanlarımı, öykülerimi kaleme alırken her zaman dönüp hatırlayacağım bir anı olacak.


Ödüllendirmenin eser ve sanatçıya etkileri hakkında neler düşünüyorsunuz? Sizce gerekli mi?

Yazılan, üretilen okurunu bulmuşsa, üreteninin adının yaşamasına vesile olmuşsa, ödül almaması üretenin değerini, kıymetini azaltır mı? Ödüllerin hem teşvik hem de hatıra mahiyeti var, bu açıdan yeni kalemleri cesaretlendirmek, yıllar boyu emek vermiş isimlerin hatırasını, ismini yaşatmak için ödüller gerekiyor. Bununla birlikte belli bir ödüle layık görülmemek de yazanın, yazılanın değerini eksiltmiyor. Kazandığımdan daha çok öykü yarışmasına girmiş ve kaybetmişimdir. Varlığı sevindirip, daha çok yazmaya teşvik etse de yokluğu da yazmaktan vazgeçirmedi, böyle kabul ediyorum.


Ömer Faruk Yazıcı

46 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör