top of page

Kırımlı: Vatanından Koparılan Bir Milletin Hasret Türküsü

Bir ateş çemberi içerisinde yaşayan insanların hayatlarını izlediğimiz Kırımlı filminde, savaşın ve etrafta kol gezen ölümün, insan hayatındaki tüm güzellikleri birer birer sildiğine tanık oluyoruz.

 

“Savaşın en kötü yanı, hayata tutunduğun dalları tek tek kırması. Kuru bir ağaç gibi bozkırın ortasında bırakıyor insanı.”


Tarihin en kanlı harbi olarak adlandırılan İkinci Dünya Savaşı, üzerinden geçen yıllara rağmen tarihimizden asla silemeyeceğimiz izler taşımaktadır. Bu büyük yıkım hakkında kaleme alınan hikâyeler ve uyarlanan sinema filmleri de savaşa dair hatıraları toplumsal hafızamızda canlı tutmaya devam ediyor. Yakın geçmişimizin bu karanlık döneminde yaşanan acılar, beyaz perdeye belli bir bakış açısından yansıtılsa da tarihî kanıtlar çok daha geniş boyutlu bir insanlık dramının yaşandığını ortaya koyuyor.

Ülke olarak bu ateş hattının dışında yer alsak da geniş bir coğrafyada yaşayan birçok soydaşımız, savaşın farklı cephelerinde çarpışarak hayatını kaybetti. Büyük cihan harbinin içinden sağ kurtulmuş eski bir asker olan Cengiz Dağcı’nın kaleme aldığı Korkunç Yıllar ve bu romandan uyarlanan Kırımlı filmi, klasik İkinci Dünya Savaşı dönemi hikâyelerinden farklı olarak Türk kimliği ve milliyetçiği üzerine olan konusu ile dikkatimizi üzerine çekiyor. Burak Cem Arlıel’in Türk Pasaportu’nun ardından çektiği ikinci uzun metrajlı filmi olan yapım, gamalı haç ve kızıl yıldız arasında kalan yüzbinlerce Türk evladının hikâyesini gözler önüne seriyor. Filmin başrollerinde Sadık Turan karakterine can veren Murat Yıldırım’ı ve Nazi subayı rolündeki başarılı oyunculuğu ile Baki Devrak’ı izliyoruz. Baskın olarak erkek rollerin egemen olduğu filme, romanda yer alan karakterlerin dışında dengeleyici bir unsur olarak kadın roller de eklenmiş. Filmin hikâyesine aşk ve sevgi duygularını perçinleyen bir figür olarak dâhil edilen Maria Kosecki karakterinde ise Selma Ergeç’i izliyoruz.


“İnsanı insan yapan lisanıdır.”[1]

Filmde Sadık Turan karakterinin ağzından, büyük acılarla geçen çocukluk ve gençlik dönemine ait hatıralarını, ayrıca Cihan Harbi’ne katılan vatanından ayrı düşen, anlatılması mümkün olmayan bir hüznün ve hezeyanın ortasında vatansız insanların hikâyesini dinliyoruz. Sadık, kültürün devamlılığını sağlayan esas özün dil olduğunu kanıtlarcasına yaşadıklarını ana dili ile bizlere anlatır. Hikâyenin merkezindeki bu ismin, Türk’ün milletini, kimliğini ve kültürünü çağrıştıracak şekilde özenle seçilmiş sembolize bir ad olduğunu söyleyebiliriz.


Seyirciye açılan ilk sahnede Sadık’ın çocukluğu ve köyü ile tanışıyoruz. Onu okul sırasında ailesini ve birlikte yaşadıkları güzel günleri anımsatan resmini çizerken görüyoruz. İçeriye aniden giren ve Tatar öğrencilere karşı fütursuzca davranan Rus askerleri ile huzurumuz kaçıyor; onlara dayatılan yeni Kiril alfabesi ile kültürel benliklerini silme girişimini tepki içerisinde izliyoruz. Sadık’ın küçük yaşlarında bile ne kadar gözü kara biri olduğu Rus askerlerine karşı gösterdiği cesur tepki ile kendisini belli ediyor. Ancak bu yürekli gencin, gücü elinde bulunduran ve baş edemeyeceği “öteki” karşısında yaşadığı çaresizliği bir izleyici olarak biz de derinden hissediyoruz.

Sahneler arasındaki geçişin oldukça akıcı ve sembolik öğelerle zenginleştirilerek verildiği filmde, romanla paralel olarak Tren metaforu sıkça kullanılmış. Sadık’ın Maria ile tanıştığı yer olan Berlin treni -her ne kadar ikilinin bir birlerine karşı duydukları hislerin mekânı olsa da- karakterlerin anlattıkları hikâyelerden yola çıkarak aslında olumsuz bir anlamda kullanıldığı anlaşılmaktadır. Sovyet Baskı rejimi altında yaşamış olan Türk soylu halkların tarihinde olumsuz anlamları olan “tren yolu” imajını görmek mümkündür. Tren, demir yolu ve vagonlar Türk dünyasının kaderinde ayrıştırıcı bir yol, sembol olarak konumlamaktadır.[2] Bu ağır taşıt Türk dünyası üzerindeki baskı rejimin maddeciliğine ve değiştirilemezliğine gönderme yapar. Ayrıca Türk kimliğini bölmek, yok etmek, sürgün etmek ve Turancılık ülküsünü iğdiş etmek için kullanılır. Simgesel anlamı ve çağrıştırdıkları dışında Tren, birbirlerini yeni tanımaya çalışan iki insanın, geçmişlerindeki tüm gizemi de ortaya çıkaracağı yer de olacaktır. İzleyici olarak önümüze serilen anlatım sayesinde tren, Berlin’e ulaşmadan Sadık’ın Nazi üniforması giymesine yol açarak çok cepheli geçmişini öğrenmemizi sağlar.


Filmin anlatısının ilk anından son anına kadar ideal kimlik yani “biz” düşüncesi, “olumsuz öteki” ile birlikte kurulduğunu görüyoruz. Olumsuz koşullar içinde var olan ve diğerini yok etmeye çalışan öteki karşısındaki varoluş mücadelesi veren biz düşüncesi filmde kendini sıkça gösterir. Başta Türk dili ve kimliği üzerine yaptığı örseleyici müdahaleler ile Ruslar üzerine kurulan olumsuz öteki, daha sonra Sadık’ın bir Rus askeri olarak esir düşmesinin ardından Nazi Askerleri figüründe vücut bulur.


“Belki de insan denen varlık hayatı kendini ölüme en yakın hissettiği anlarda sevmektedir.”[3]


Sadık’ın kızıl üniforması ile gerçekleştirmek istediği kahramanlık arzusu, esir kampında şahit olduğu dehşet verici tabloların ardından onu kısa süreli bir ümitsizliğe iter. Tahta barakalarda, bitli yataklarda ve hastalıklı insanlar arasında pasif edilgen bir insan olarak yaşamak Sadık gibi bir karakter için aslında diri diri toprağa gömülmektir. Babasının sözleri de böyle bir tükeniş anında zihninde yankılanır: “Gördüklerinin hepsi onların bizlere olan korkularının eseridir.” Sadık için bu an gerçeği kavramasına ve bir savaşçıya dönüşmesine yardımcı olan bir araca dönüşür. Kampta yaşananlar ise esirler üzerinde “biz” yani bir olma duygusunu ateşler.


Kader birliği yapan Türk esirleri bir araya getiren başka bir ayrıntı da söyledikleri türkülerdir. Filmde yer yer karşımıza çıkan ezgiler aynı duyguları paylaşan insanlar için birer ifade aracıdır. Aynı zamanda onların ana yurtları ile aralarında olan bağlarının da somut bir göstergesidir. Bu önemli göstergenin yanında romanla paralel bir bakışla ayırdına varabileceğimiz ekmek, kızıl elma ve kan vurgusu filmde izleyicinin tefekkür anını bekleyen birer mecaz olarak kullanılmış. Ekmek adaletin, paylaşımın temsiliyken, kızıl elma ise milliyetçiliği besleyen manevi bir ülküyü temsil etmektedir.[4] Kızıl kan ise Türkler için kutsal bir öğe olan al bayrağı çağrıştıracak şekilde filmin anlatımındaki yerini almaktadır.


Güçlü olanın zayıf olanı ezdiği ve karşılıksız hiçbir iyiliğin olmadığı bir dünyada Almanların Tatar esirlerden bir Türk lejyonu kurmaya çalışması ise manidar bir girişim olarak göze çarpıyor. Sadık’ın kamptan kurtulmanın yollarını aradığı bir anda karşısına çıkan bu fırsat, Türkistan topraklarına dönmesini sağlayacak yeni bir yol ve millî ülküsünü gerçekleştirmesine yarayacak bir araç olarak görmesini ise beyhude bir çaba olarak dikkat çekiyor. Gerçeklerin bir tokat gibi Sadık’ın yüzüne çarptığına tanık olduğumuz hikâyede, Almanların Türkistan Lejyonunu Ruslara karşı kullanarak zaman kazanmaya çalıştıklarını anlıyoruz. Nazi üniforması altında da ülküsünü gerçekleştirecek bir yol bulamayan Sadık, vatanının özgürlüğü için gönüllü olan askerlerini ve aşkını da alarak kendine yeni bir yol çizişini görüyor; kutsal bir amaç uğruna kaybedilen yaşamın ruhu yücelttiğine dair inancını ise gururla izliyoruz.


Nihai sona giderken, Sadık’ın özgürlüğe ve ölümsüzlüğe giden yegâne yolu keşfedişine tanık oluyor; onun sözleri ile “ Sevdiği kadını ve binlerce özgür ruhu yanına alarak yola çıkışını” izliyoruz. İnsanı ölümsüzlüğe taşıyan şeyin onun büyük ülküsüdür sözünü kanıtlayan Sadık’ın sevdiği kadınla birlikte parlak gökyüzüne uzanışları ardından izleyici olarak yolculuğumuzu tamamlıyoruz.

“İnsanlar kim olduklarını hatırladıkları sürece yaşarlar.”


Bir ateş çemberi içerisinde yaşayan insanların hayatlarını izlediğimiz Kırımlı filminde, savaşın ve etrafta kol gezen ölümün, insan hayatındaki tüm güzellikleri birer birer sildiğine tanık oluyoruz. Yaşamak için öldürmenin gerekli olduğunu anlayan karakterlerin hikâyelerini izlerken onların gerçekten yaşamı gerçek anlamda hissetmeye başladıklarını görüyoruz. Yaşamın ve ölümün iç içe olduğunu bize kanıtlarcasına film, insanı terbiye eden ve olgunlaştıran yönünü ile savaşın hayatımızdaki önemli rolüne dair bir farkındalık oluşturmaya çalışıyor.


Türk dili üzerine ontolojik vurgusu ile de dikkat çeken film, Sadık karakteri üzerinden bizlere millet olma bilinci aşılıyor. Türk insanın sahip olduğu tüm değer yargılarının birer örneğini gerebildiğimiz hikâyede, ana karakterler üzerinden liderliği, cesareti, vicdanı, gücü, dayanıklılığı, mücadeleyi ve aşkı izliyoruz. Bunun yanında geniş bir coğrafya üzerinde sayısız medeniyetler kurmuş bir milletin fertlerinin, vatansız kalması durumunda yaşayacağı psikolojik bunalım ile de yüzleşiyoruz. Tüm baskı ve zulümler karşısında inançlarına sadık bir milletin hiçbir zaman yok edilemeyeceğine tanık oluyoruz.


Kırımlı filmi zamanlaması ile bölge coğrafyasında yaşananların ne ilk ne de son olacağını kanıtlarcasına izleyicisine önemli tarihî bir ders veriyor.

[1] Derek Bickerton, Âdem’in Dili, Çev: Mehmet Doğan, 2. Baskı, Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2013, s. 8. [2] Ramazan Korkmaz, Aytmatov Anlatılarında Ötekileşme ve Dönüş İzlekleri, Grafiker Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2008, s. 100. [3] Alev Sınar Uğurlu, Türk Romancısının Gözüyle II. Dünya Savaşı, Türkoloji Araştırmaları, 2019, Sayı 4/1-II, S:1761. [4] Kızıl Elma imgesinin ilk kez Orta Asya Türkleri arasında doğmuştur. Ergenekon Destanında Ergenekon'dan dışarıya çıkma ve kaybedilmiş eski yurdu geri alma idealini simgelediği kabul edilir. Kızılelma “muncuk”adıyla bayrak ve tuğların tepesini süslemiş ve bazen zaferin işareti, bazen hâkimiyetin sembolü, bazen de fethedilmek üzere hedef seçilen yeri ifade etmiştir. Mehmet Neşet Turgut

12 görüntüleme0 yorum