İstanbul Doğu ile Batı’nın harp sahası olmuş ve nihayet Batı’ya ait hissetmiştir kendisini ama İsfahan, masallaşmış doğunun tecessüm etmiş köşesidir hâlâ
Gece vakti Şehit Beheşti Havalimanı’na inerken uçağın penceresinde düz bir ovaya serilmiş İran halısı gibi renk renk ışıklarıyla İsfahan karşımdaydı. Şehit Beheşti’nin Humeyni devriminin önemli figürlerinden biri olduğunu o esnada öğrenmiştim. İran platosunun güzide şehri hafif bir soğuk hava ile bizi karşıladı. Havaalanında Farsça yönlendirme yazıları, reklamlar ve benzeri birçok şey farklı bir dünyaya girdiğimizi hissettirmişti. Ömrümde ilk defa Latin harflerini kullanmayan bir ülkeye gidince bu durum benim için acayip bir şaşkınlık yaratmıştı. Zihnimde tarihin masalsı ve efsunlu yüzüydü İsfahan. Batı’dan gelen birçok şair, ressam veya kısaca eli sanat tutan herkesi kendisine bağlayan bu şehir, benim gibi doğuya uzak bir bigâneyi de sarmalamıştı. İsfahan, İran’ın hâlâ işleyen hafızasıydı.
“İran-zemine tuhfemiz olsun bu nev-gâzel İrgürsün İsfahan'a Sitanbul diyarını”
Nedim bu beyitle İsfahan’a selam yolluyordu ama İstanbul’un bir taşı için tüm Acem mülkünü feda edivermişti. Gerçi Acem mülkü bize uzak olmuştu birkaç asırdır. Osmanlı şairleri, padişahın kudretini methetmek için “İran’a ve Turan’a hakan” olma deyişiyle (belki temennisiyle) kasideler takdim ediyorlardı. Bu şehir, şiirlerde cennet bahçeleriyle dolu köşkleriyle tasvir edilmişti. Bir musiki makamı olan ismi aynı zamanda kentin tamamını saran doğal bir ahengi de terennüm etmekteydi. İsfahan hâlâ yaşayan bir Safevi başkentiydi ve aslında Türk kafasıyla kurulmuş bir Fars şehriydi. Tebriz’in varisi ve yaşlı İran topraklarının son kadim kentiydi. Kaldığımız Abbasiye Oteli, klasik İran mimarisinin modern tezahürü. Eyvanlı duvarların kuşattığı çiçek bahçesi ve ortasında hışırdayan fıskiyeleriyle gezeceğimiz kent hakkında bize ön bilgi sunuyordu.

Heşt Behişt (Sekiz Cennet) bahçesiyle başladık şehri gezmeye. Kocaman bir havuz ve havuzun başında bir saray mevcut. Sarayın görüntüsünün havuza aksetmesi sarayın güzelliğini iki kat daha artırıyordu. Tebriz’de Akkoyunlu Uzun Hasan’ın Heşt Behişt sarayından mülhem yapılmıştı. İran sanatının vazgeçilmez örneği “tavus kuşu deseni” bu sarayın üst pencerelerinde kendisini göstermekteydi. Bu bahçede birçok köşk olduğu rivayet edilmekte ancak bugüne erebilen sadece bir tane saray kalmıştı. Muhteşem yalnızlık mı yoksa nevilerine hasret mi kaldı bilmiyorum ama sarayın süslemelerinde zarafetin kaybolmaya başlaması onu daha da mahzun etmekteydi. Ah zaman… Her zarafet belli bir süre içinde parlıyor ve bir kırmızı dev gibi en parlak anında sönmeye başlıyordu. Tarih işte böyle parıltıların mezarlığıydı.
Çehel Sütun Sarayı (Kırk Sütun) da Heşt Behişt’teki gibiydi. Gerçi sarayda yirmi sütun var. Yine havuzun mahareti sütunları ikiye katlıyor ve çehel (kırk) tane oluyor. Süleyman Peygamber’in sırça sarayını andırıyordu. Taş yapının mağrur duruşu yoktu gerçi. Daha çok kubbe içi bezemeleriyle kendi şatafatını yansıtıyordu. Saraylar içinde atalete gark olup da satvetini sütunlarla tüketen müflis Şah’ın acziyeti. Her ikisini de burada hissetmek mümkündü.
Şah Abbas’ın mağrur ve mutantan şehriydi. Şah Abbas, bu şehri imar ederken sultanlar şehri İstanbul’u örnek almıştı belki de. Şah böyle bir başkent imar ederek kadim bir devlet kurma hayalini taşıyordu. İsfahan her yönüyle hâlâ Şah Abbas’ın kimliğini taşımaktaydı. Nitekim İsfahan’ın parıltısı İstanbul’a aksetmiş bizim Lale Devri dediğimiz süreci başlatmıştı. Altmış sütunlu Sâdâbâd ve Firüzâbâd Sarayları Kâğıthane’de inşa edilirken Nevşehirli İbrahim Paşa içten içe Şah’ın şehrini kıskanıyordu. Nitekim bu saraylar da önünden geçen ve devrin tarihçilerin gümüş hattı (cedvel-i sîm) diye tasvir ettiği ırmağa aksediyordu. Bu sebeptir ki Nedim İstanbul ile İsfahan’ı mukayese etmişti.

İran’da klasik usulde yapılan resimlerde çiçekler, güller ve yaprakların yoğun karmaşasının içinde siyah saçlarını salmış güzel ve nazenin bir sima olur. Bazı resimlerde rengârenk kuşlar da o tatlı simanın etrafındadır. İsfahan şehri aynı bu resimler gibiydi. Çiçeklerin, ağaçların ve yaprakların arasında bir güzellikti. Bu arada minyatür sanatı İran kültürüyle bütünleşmiş bir alandı. Şehirde dolaşırken hissettiklerim İran’ın modern ressamı İman Maleki’nin resimlerindeki utangaç yüzlerin bana verdiği hissiyatla aynıydı. İsfahan ismini telaffuz ederken bile dilde oluşan naziklik ve rakiklik var: İsfahan, nısf-i cihan...
Etrafında onlarca dükkânın çevrelediği çok geniş Nakş-i Cihan meydanı. O meydanın başında mevcut Büyük Şah Cami’nin yüzbinlerce mavi çinileriyle müzeyyen kubbeleri, sütunları ve minareleriyle ayrı bir muhayyer manzara sunuyordu. Kocaman kapılarının devasalığı ve eyvanların, revakların ve mukarnasların geometri destekli İran görsel sanatının mükemmel zirvesini yansıtması İsfahan’ın iddiasını gösteriyordu. Bu cami, Süleymaniye’nin ihtişamına cevap verme niyetindeydi belki. Nitekim ses akustiği bu devasa camide sesin kaybolmadığını göstermekteydi. Meydanın diğer tarafında bulunan Şeyh Lütfullah Camii kubbesinde yankılanırdı Molla Sadra’nın mantık üzerine öğretileri. Semaniye’de İbn Kemal’in ders halkalarıyla şekillenen Osmanlı’nın rakibi, Molla Sadra’nın öğretileriyle kimlik ve hafızasını kazanmıştı. Şeyh Lütfullah’ın kubbesi geometrik süslemelerin zirve eseriydi. Altın sarısı tonlar kubbenin zenginliğini kat kat artırıyordu. Pencerelerinden yansıyan güneş ışığı binanın duvarlarında göz alıcı renkleri yansıtıyordu. İsfahan mimarları eserlerinin haşmetini sadece taşlarla ve boyalarla değil doğal ışık ve yansımalarla göstermeyi tercih ediyorlardı. Yine bu meydandaki Ali Gapu Sarayı da Bab-ı Ali’ye ithaf olamaz mıydı? Ali Gapu Sarayı’nın dar ve spiralli merdivenleri bile sizi etki altında bırakmayı başarıyordu. Sultan Mehmed’in İstanbul’u nasıl programlı vücut bulduysa İsfahan da öyle olmuştu. Gerçi bu iki şehir Şam, Bağdat, Kahire, Kurtuba, Semerkant zincirinin son halkalarıydı.
Her yönüyle bir gurur kentiydi. Şehri ikiye bölen Zayende Nehri’nin üstünde dizili mükemmel köprülerle Şark’ın gerdanlı güzelliğiydi. Tabi otuz üç ayaklı Siosepol Köprüsü’nü burada zikretmeyi unutmazsak. Şehri ikiye bölen nehir sizin zihninizde Floransa havasını estirse de Kahire’nin Nil’ini daha çok anımsatmıştı bende. İsfahan, Doğu’nun ayakta kalabilen tezahürüydü. Çarşılarının, saraylarının, köprülerinin, bostan ve bahçelerinin ahenkli uyumu Rus ressamlarının tabloları kadar harmonik ve belirgindi.

İsfahan’ın Paris veya Roma gibi pitoresk görüntüsü yoktu. Geniş caddeleri dümdüz uzayıp gitmiyordu. Taştan evleri yan yana dizilmiyor, sokaklarını revaklar süslemiyordu. Fakat Kahire gibi Marakeş gibi hakeza İstanbul gibi anıtsal yapıların şehre rastgele dağıldığı ve aralarında mütevazı hanelerin düzensiz dizildiği ve karmaşık sokakların kenti dolambaçlı hâle getirdiği bir sistemdeydi. İsfahan’da yapılar dışarıya karşı utangaçtı sanki. İçine girdiğinizde eyvanların kuşattığı avlu ve ortasında küçük havuzu olan çiçek bahçeleri karşılar sizi. Gerçi bu utangaç binaların kapısındaki mukarnaslar, nazende güzelin etkileyici gözleri gibi göz alıcıydı. Bahçeler ve köşklerin iç içe girdiği İsfahan’da tabi ki Paris’in Elysee çayırları gibi geometrik intizamı aramamak gerekiyor. Çünkü Doğu görsel sanatları bizim alışageldiğimiz perspektif algısından oldukça farklıydı. Köşkün görsel etkisini suya aksettirerek yaratan İran mimarları taş yapılı şova ihtiyaç duymayacaktı. Kubbelerinde ayna parçalarının yarattığı ışık dansları yetmezmiş gibi duvar üzerine işlenen desenler sizi Sinbad veya Rüstem masallarına götürüyordu. Nitekim Şah Abbas’ın İsfahan’ı tabi olarak Sixtus’un Roma’sı yahut Napoleon’un Paris’i gibi olmayacaktı. Fazlasıyla Mehmed’in İstanbul’una ya da Timur’un Semerkand’ına pekâlâ özenecekti. Şehrin yapısı gereği kendi standardı sağlanmamış, düzen ve düzensizlik iç içe geçmişti. Yan yana dizilmiş fakirhaneler ve yoksul muhitlerin verdiği garipseme hissi de burayı gezerken deneyimleyeceğiniz bir diğer duyguydu. Bu muhitler bizim gezdiğimiz bu anıtsal eserlerle iç içeydi. Diğer taraftan da modern yapılar yükseliyor ve kente kendini yenileyen yaşamın varlığını haykırıyordu.

Yıllardan sonra Safevi tahtı, İran girdabına düşüp boğulmuş ve İsfahan da bu batık geminin enkazı olmuştu. İstanbul gibi emekliye ayrılmıştı yani. Birbirine rakip iki şehri aynı akıbet karşılamıştı. Ancak İsfahan gerçekten nısf-i cihan mı bilemem ama adına münhasır güzelliğini korumaktadır. Mutantan Şark’ı görmek isteyenler İsfahan’a gitseler kâfi. Çünkü İstanbul Doğu ile Batı’nın harp sahası olmuş ve nihayet Batı’ya ait hissetmiştir kendisini ama İsfahan, masallaşmış doğunun tecessüm etmiş köşesidir hâlâ...
Osman Süreyya Kocabaş