Siz buraya otuz kuş olarak geldiniz, bu aynada da otuz göründünüz. Eğer kırk yahut elli kuş gelseydiniz, üzerinizden varlık perdesi kaldırıldığında o kadar görünürdünüz.
Tasavvuf Edebiyatının önemli kaynaklarından biri olan Mantık-ut Tayr, büyük bir bilgin ve hikmet ehli bir zat olan Feridüddin-i Attar tarafından kaleme alınmış değerli bir eserdir. Eserde birçok sembol kullanılarak tasavvufun temellerine uygun sembolik bir dille hakikatin serüveni anlatılmaktadır. Bu değerli eser elbette ki günümüze kadar birçok defa yeniden yazılmıştır. Bu da eserin tasavvuf alanında önemli bir yere sahip olduğunun göstergesidir.
Biz çalışmamızda Mantıkut Tayr’ın Muhammed Rıza Şefii’yi Kedkeni tarafından hazırlanan tenkitli neşrin, Prof. Dr. Mustafa Çiçekler tarafından günümüz Türkçesine çevrilen nüshasını esas alıp o bağlamda değerlendirmeye çalışacağız.
Adı Muhammed, babasının adı İbrahim olan daha çok Feridüddin-i Attar olarak bilinen bu büyük âlim Nişabur’da doğmuştur. Mevcut tezkireler ve eldeki kaynaklar Attar hakkında fazlaca bilgi vermezler. Kaynak olarak incelediğimiz eserde Attar’ın doğumu 1158 vefatı ise 1230 olarak verilmiştir. Attar’ın Moğollar tarafından şehit edildiği kayıtlıdır. Biz de genel kabul görmüş çok kısa tuttuğumuz biyografik bilginin ardından asıl üzerinde duracağımız Mantık-ut Tayr adlı esere geçebiliriz.

Genel olarak her klasik eserde olduğu gibi Mantık-ut Tayr’da Allah’ın birliği, vahdaniyyeti, Hz. Muhammed’in methi, 4 büyük halifenin fazileti gibi konular hakkındaki uzunca bir bölümün ardından taassup hakkında birkaç kelam ve hikâyenin peşi sıra kitabın başlangıcı “Merhaba ey doğru yolu gösteren, hakikatte her vadinin haber çavuşu olan Hüdhüd!” e selamlamayla başlar. Bu haddizatında hikâyenin kahramanının da Hüdhüd olacağının işaretidir. Zaten eser de kuşlarla ilgili bir hikâye kullanılarak çeşitli semboller aracılığıyla tasavvufun temelleri, önemli prensipleri anlatılmaktadır. Bu bir nevi Allah’a ulaşma yolunda vuslatın hikâyesidir. Temsili olarak zikredilen kuşlar bağlamında kısaca anlatılan her bir hikâyenin ardından Attar’ın düşünceleriyle karşılaşırız. Bu münasebet sayesinde hem hikâyeyi okuruz, hem de hikâyenin künhüne vakıf oluruz.
Öyleyse biz de ilk olarak hikâyeyi kısa da olsa özetleyecek olursak hikâye şöyledir:
Günlerden bir gün, dünyadaki bütün kuşlar bir araya gelirler. Toplanan kuşların arasında hüdhüd, kumru, dudu, keklik, bülbül, sülün, üveyik, şahin ve diğerleri vardır. Amaçları, bir
padişah seçmektir.
Hüdhüd söze başlar, kuşların Simurg adında bir padişahları olduğunu söyler. Kuşların çoğunun bundan haberdar olmamasına rağmen, herkesin padişahının daima Simurg olduğunu belirtir. Simurg’u arayıp bulmaları için kendilerine kılavuzluk edeceğini söyler. Kuşlar Simurg’un sözü üzerine yola revan olurlar; ama menzil uzak olduğundan, kuşlar yorulup hastalanırlar. Hepsi de, Simurg’u görmek istemelerine rağmen, hüdhüdün yanına varınca kendilerince geçerli çeşitli mazeretler üretmeye başlarlar.
Bu mazeretleri dinleyen hüdhüd, hepsine ayrı ayrı, doğru, inandırıcı ve ikna edici cevaplar verir. Simurg’un olağanüstü özelliklerini ve güzelliklerini anlatır.
Hüdhüdün bu söylediklerine ikna olan kuşlar, yine onun rehberliğinde Simurg’u aramak için yola koyulurlar. Ama yol, yine uzun ve zahmetli, menzil uzaktır. Yolda hastalanan veya bitkin düşen kuşlar çeşitli mazeretler ileri sürerler.
Bunların arasında, nefsanî arzular, servet istekleri, ayrıldığı köşkünün özlemi, geride bıraktığı sevgilisinin hasretine dayanamamak, ölüm korkusu, ümitsizlik, şeriat korkusu, pislik endişesi, himmet, vefa, küskünlük, kibir, ferahlık arzusu, kararsızlık, hediye götürmek dileği gibi hususlarla; bir kuşun sorduğu “daha ne kadar yol gidileceği” sorusu vardır. Hüdhüd hepsine, bıkıp usanmadan tatminkâr cevaplar verir ve daha önlerinde aşmaları gereken “yedi vadi” bulunduğunu söyler. Ancak, bu “yedi vadi” yi aştıktan sonra Simurg’a ulaşabileceklerdir.
Hüdhüd’ün söylediği, “yedi vadi” şunlardır:
İstek, Aşk, Marifet, İstiğna, Vahdet, Hayret, Yokluk Kuşlar gayrete gelip tekrar yola düşerler. Ama pek çoğu ya yem isteği ile bir yerlere dalıp kaybolur ya aç susuz can verir ya yollarda kaybolur ya denizlerde boğulur ya yüce dağların tepesinde can verir ya güneşten kavrulur ya vahşi hayvanlara yem olur ya ağır hastalıklarla geride kalır ya kendisini bir eğlenceye kaptırıp kafileden ayrılır. Bu sayılan engellerin hepsi de hakikat yolundaki zulmet ve nur hicaplarıdır. Bu hicaplardan sadece otuz kuş geçer. Kuşlara Simurg tarafından birisi gönderilir. Gelen kişi, otuz kuşa ayrı ayrı birer yazı verip okumalarını ister. Yazılarda, otuz kuşun yolculuk sırasında birer birer başlarına gelenler ve yaptıkları yazılıdır. Bu arada, Simurg tecelli eder fakat otuz kuş, tecelli edenin bizzat kendileri olduğunu yani Simurg’un mânâ bakımından otuz kuştan ibaret olduğunu görüp şaşırırlar. Bu sırada Simurg’dan ses gelir: Siz buraya otuz kuş olup gelip göründünüz. Daha fazla veya daha az gelseydiniz o kadar görünürdünüz. Çünkü burası bir aynadır!

İslamiyetin kutsal kitabı Kur’an’da çeşitli kavramlara ve varlıklara işaret eden semboller olarak kuşların geçtiği birçok ayet bulunur.1 Bunlarla birlikte, “Süleyman, Dâvûd’a vâris oldu ve dedi ki: Ey insanlar! Bize kuş dili (mantıku’t tayr) öğretildi ve bize her şeyden (nasip) verildi. Doğrusu bu apaçık bir lütuftur.”2 mealindeki ayette Süleyman peygamber kuşların dilini bilen kişi olarak bildirilir. Ayrıca, edebiyatımızda bazı mutasavvıf şairler, şathiyyeleri ve genel olarak alışılmamış sembollerin kullanıldığı tasavvufî şiirleri “kuş dili” olarak nitelemişlerdir. “Maddeye bağımlı olmayan ve lahutî âlemin âdeta ruhani kuşları konumunda olan bu şairler, yine kendi âlemlerinde kanat vuran kişilerin anlayacağı “kuş dili” diye adlandırılan bir tür dil geliştirmişlerdir.”3 “Bir olgunluk ve seçkinlik göstergesi olan ve Attâr’ın ünlü eserini telmihen “Mantıku’t- tayr”da denilen kuş dilini bilmek, Türk mutasavvıflarınca manayı erbabı olmayandan gizlemek, tasavvuf rumuz ve ıstılahlarını bilmek olarak yorumlanmıştır.”4
Anlatılan hikâyede kuşlar, salikler, hakikat yolunun yolcularıdır. Hüdhüd de kılavuzları, yani mürşittir. Simurg ise ulaşılacak hedeftir. Tasavvuf edebiyatında bu ve buna benzer biçimlerde ehlince birçok kelam, hikâye, şiir, menkıbeler yazılmıştır. Aslında bu türlerin tümüne biz nasihatname diyebiliriz. Çünkü her devrin manevi büyükleri o döneme ait hastalıkların reçetesini sunan manevi doktorlardır. Haddizatında bu bir eğitim metodudur. Mutlak surette insana hitap eden bu eğitim metodunun dayanak noktası ise İslam dininin kutsal kitabı olan Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in hadisleridir. Öyleyse kaynağı Kur’an ve sünnet olan tasavvuf için, örtülü söyleyişin hâkim olduğu hakikatin sembolik bir dil kullanılarak gizlendiği, gerçeği görmenin hiç de kolay olmadığı çetin ve zor mücadelelerden geçerek hakikate ulaşmanın serüvenidir diyebiliriz. İncelemiş olduğumuz “4724 beyitten oluşan mesnevi tarzında yazılmış bu eserde Attar, insanın hakikati bulma çabasını anlatır. Hakikat yolunun yolcuları kuşlarla simgelenmiştir, her biri ayrı bir insan karakterini temsil eder. Hüdhüd kuşu bu kuşların önderi, yani mürşididir. Aradıkları Simurg adlı efsanevi kuş ise Allah’ın zuhur edip aşikâr olmasıdır.”5
Bu zuhur edişin akabinde kuşlar bu sırra erişmek için arayış ve taaccübün içinde kaldı. Fakat ulaşılan menzil nihai noktayı temsil eden bir makamdı. Her şeyin apaçık dile gelip göründüğü bu makam aslında bir aynaydı. Zaten kuşların suallerine “O dergâhtan dilsiz dudaksız şöyle bir nida geldi: Güneşe benzeyen bu dergâh bir aynadır. Kim gelir bakarsa, onda kendini görür. Can ve ten onda kendini can ve ten olarak görür. Siz buraya otuz kuş olarak geldiniz, bu aynada da otuz göründünüz. Eğer kırk yahut elli kuş gelseydiniz, üzerinizden varlık perdesi kaldırıldığında o kadar görünürdünüz. Ne kadar gelmişseniz, kendinizi görür, kendinizi seyredersiniz.”6 Bu noktadan hareket edecek olursak hikâyemizde de var olan tıpkı insanın bu dünyaya gönderilişi yani yeryüzü serüveni anlatılmaktadır. Öyle ki bu serüven hem mekân hem kazanım hem de kaybediş açısından pek mühimdir. Bu mekân dünyadır. Hem zehri, hem de panzehri içinde barındıran bir yerdir. Çünkü insan ötelerden gelmiştir, ötelere gidecektir, yani yolcudur. Ama öteleri kazanma ve kaybetme yurdu yine dünyadır. Öyleyse kul üzerine düşen görevi en iyi bir şekilde yapmalı, gözünü hedefini ötelere dikmelidir. Tıpkı tasavvuf literatüründe sembolik olarak zikredilen şu temsile kulak kesilmelidir: “Ey hakikat erleri! Yılanın kabuğundan çıktığı gibi siz de kabuğunuzdan çıkın. Ayak seslerini kimseciklerin işitmediği solucan gibi yürüyün. Benzeyişte akrebe benzeyin; çünkü sizin esenliğiniz hep arkanızı sağlama almanızdadır. Zaten şeytan da insana ancak arkasından sokulur. Hoşça yaşamak için (hayatın) zehrini için, diri kalmak için ölümü sevin. Belli bir yuva tutmadan hep uçun. Çünkü kuşları hep yuvalarında avlarlar. Uçacak kanadınız yoksa hiç değilse yer değiştirmek için yerlerde sürünün.”7
"Öyleyse kaynağı Kur’an ve sünnet olan tasavvuf için, örtülü söyleyişin hâkim olduğu hakikatin sembolik bir dil kullanılarak gizlendiği, gerçeği görmenin hiç de kolay olmadığı çetin ve zor mücadelelerden geçerek hakikate ulaşmanın serüvenidir diyebiliriz."
Bu sembolik nasihatten şu yoruma ulaşabiliriz. İnsan hakikati gördüğünü ve bildiğini zannediyor ama aslında görmüyor ve idrak edemiyor. Çünkü benliğinde taşıdığı ikili yapı buna müsaade etmiyor. Bu farklılık ne zamanki bir aynileşmeyi doğurursa artık ikilik ortadan kalkarak vahdaniyyet zuhur eder yani tevhid ilkesi esas alınır. Bu tevarüs akla, kalbe ve bütün azalara intikal etmelidir. Bu durumu Asr-ı Saadet’ten örneklendirirsek: Allah Rasulü Hz. Muhammed bir gün Kabe’nin bir köşesinde otururken Ebu Cehil yanına gelip halkın içinde Mekke’nin en gezgini benim, senin gibi çirkin bir kişiye rastlamadım der. Peygamberimiz doğru söyledin diye karşılık verir. Hz. Ebubekir ise Allah Resul’ünden daha güzel bir kişiyi tanımadığını belirterek arkadaşının gönlünü ferahlatmak ister. Nebi bu sözü de doğrulayınca, neden iki tespite de müspet bir yanıt verdiği sorulur. Cevabı kendisinin bir ayna gibi olduğunu ve kendine bakanın ancak kendi hakikatini gördüğünü beyan eder. Tekrar mesnevi tarzında yazılan temsili hikâyemize dönersek hüdhüd de bu kuşlar arasında aklına ve kalbine ayar getirmiş bilge biri olarak karşımıza çıkar. Öyle ki hüdhüd, yukarıdaki bölümde anlatılan Asr-ı Saadet örneğinde olduğu gibi kalbi ve aklı safileşmiş bütün azaları kalbin yörüngesinde hareket eden Hz. Ebubekir gibi olmuştur. Attar’da hüdhüd için “gagasında besmeleyi taşıyan, birçok sırra vakıf olmasına şaşmamak gerek!” diyerek diğer kuşlar arasındaki değerini ortaya koymuş olur. Bununla birlikte tasavvufun temelinde var olan örtülü söyleyiş biçimi şairi ya da müellifi oluşturacağı eserde özel bir dil kullanmaya sevk eder. Aslında konu hep açıktır; fakat herkesin anlayış ve algılayış biçimi birbirinden farklıdır. “Mutasavvıfların, ruhani yolculuk boyunca yaşadıklarını, geçirdikleri hâl ve makamları, müşahede ve tecrübelerini anlatmak ve dile getirmek istemeleri, günlük, normal dil, dış dünyaya, somut ve cismani dünyaya dönüktü. Mutasavvıflar ise ruhani ve batıni âlemle ilgilenmekte, bu âlemin özelliklerini anlatabilecek bir dile ihtiyaç duymaktaydılar. Onlar, normal dilde yer almayan anlamları dile getirmek istiyorlardı. Bu manaları dile getirmek için kesinlikle bir takım kelimelere ihtiyaçları vardı. Bu soruna çözüm olarak, yeni kelimeler türetmek yerine günlük, normal dilden yararlanarak, kelimelerin her birine mecazi ve sembolik bir anlam vermeyi buldular.”8
Sonuç olarak şunları diyebiliriz: Attar, mutasavvıf bir bilge ve hikmet ehli bir zattır. Eserinde tasavvufi unsurları mecazı, istiareyi, kinayeyi, çokça kullanmıştır. Eser insanın içsel bir yolculuğunu anlatır. Bu yolculuk sayesinde insan kendini tanır, kendini bilen de elbette ki yaratanını bilecektir. Yine eser Allah’a vuslatın anlatıldığı sembolik tarzda kaleme alınmış bir temsili hikâyedir. Özellikle tasavvufun tevhid ilkesine binaen vahdet-i vücud anlayışı konu edilmiştir. Eserin son bölümünde “Attar Kendi Halini Şöyle Anlatır” başlığı altında 4495. beyitte şöyle der: “Ey yol eri, kitabıma şiir ve böbürlenme vesilesi olarak bakma. Defterime dertle bak ki bendeki yüz dertten birine inanasın. Bu kitaba dertle bakan kişi, devlet topunu kapıp huzura dek sürer götürür. Zahitlikten ve saflıktan vazgeç; insana dert ve musibet gereklidir. Derdi olanın dermanı olmasın. Derdine derman isteyenin canı çıksın.”9
Son olarak eser hitamı misk tadında bir duayla tamamlanır biz de sesimizi bu sese uydurup duaya iştirak edelim: “Ey bizi yaratan, besleyip nimetler veren! Ey padişah, kulların işlerini yoluna koyan, onlara ikramlarda bulunan Allah! Bütün âlem halkının erliği, cömertliği, ancak senin lütuf ve ihsan denizinden bir çiy damlası mesabesindedir. Zatıyla mutlak olarak kaim olan Sensin. Lütuf ve keremin saymakla anlatılamaz, vasfedilemez ve tükenmez. Bizim kirliliğimizi ve utanmazlığımızı bağışla, affet. Kirimizi, pisliğimizi gözümüzün önüne getirme, yüzümüzü vurma. Amin…”10
1 Kur’an’da kuşların geçtiği ayetler için bk. Rene Guenon, “Kuşların Dili”, çev: Dr. İsmail Taşpınar, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S. 23 (2002/2), s. 78.
2 NemlSûresi: 27/16.
3 Kurnaz,Cemâl - Tatçı, Mustafa , “Türk Tasavvuf Edebiyatında Sembolik Anlatım veya Kuş Dili”, Türk Yurdu, C. 21, S. 167, Temmuz 2001, Ankara, s. 33.
4 Ceylân,Ömür, Kuş Cenneti Şiirimiz – Klâsik Türk Şiirinde Kuşlar-, İstanbul 2003, s. 18.
5 Çiçekler,Mustafa , Mantıku’t-Tayr, KaknüsYayınları, Arka Kapak Yazısı
6 age, s. 394.
7 İslam Felsefesinde Sembolik Hikayeler, İnsanYayınları, Arka Kapak Yazısı.
8 NasrullahPürcevadi, Can Esintisi İslam’da Şiir Metafiziği, s. 420-421.
9 Çiçekler,Mustafa,a. g. e., s. 411.
10 age, s. 428.
Fuat Biner