Döneminin neredeyse tüm İstanbul erkânını ağırlamış olan bu mamur belde elbette ki şairlerin şiirlerinden, sâzendelerin mûsikîsinden, hânendelerin nâmelerinden nasibini almamış olamaz.
“Nedîm, Ahmed-i Sâlis devrinin bütün debdebe ve haşmetini, saraylarının zînet ve elvânını, bağçelerinin rengârenk çiçeklerini, çerâğânlar, ziyâfetler ve helva sohbetleriyle geçen hayatını şiirlerinde yaşatmıştır. Nedîm’in eş’ârında Fuzûlî’nin âteşîn aşkı, Nef’î’nin ‘azamet-i beyânı yoktu; fakat kullandığı ince ve ahenkdâr kelimelerle tasvîr-i bedâyîde gösterdiği hârika-i beyâna hiçbir şair yetişememiştir.” Ahmet Refik Altınay’ın Lale Devri adlı kitabında Nedîm hakkında sarf ettiği bu sözler bir şairin aslında zamanının yaşayan ve zamanını yaşatan belleği olduğunu pekâlâ gösterir bizlere. Şairler gerek dâhil oldukları toplumun sosyal yapılarıyla gerek de devrin kendine has ‘alâmet-i farikalarıyla beslenerek âdeta hem o toplumun hem de dönemin geleceğe dönül birer aynaları konumundadırlar. Bu aynalar asla cilaya ihtiyaç duymazlar. Okunup okutturuldukça her devirde kendi zamanlarının suretini tüm debdebesiyle geleceğe yansıtan adeta bir câm-ı Cem hüviyetindedirler. Bu her şeyi gösteren kadeh yüzlerce yol geçmesine rağmen geçmişi tüm çıplaklığıyla bizlere sunan bir zaman tüneli hâlini alır. Bu zaman tünellerinin en büyük mimarlarından biri de Lale Devri’ni ve Sa’d-âbâd’ı harikulade tasvirlerle bizlere sunan Nedîm’dir. Bu yazımızda evvela Sa’d-âbâd hakkında biraz kalem oynattıktan sonra Nedîm’in Sa’d-âbâd tasvirleri yaptığı şiirleri ele alıp kalemimiz yettiğince yorumlamaya çalışacağız.

Sa’d-âbâd, Kâğıthane Deresi’nin (Göksu) Haliç’e döküldüğü yerde derenin her iki yakasına verilen ve “uğurlu, mâmur yer” anlamına gelen bir sözcük olup Lale Devri’nin başta gelen eğlence ve gezinti mekânıdır. Onlarca köşk, kasır ve çeşmenin yanında bu bölgeye Sa’d-âbâd Sarayı’nın ve çevresindeki yapıların imarından sonra Sa’d-âbâd ismi verilmeye başlanmıştır. Üçüncü Ahmed’in saltanatında en parlak dönemini yaşayan bu mesire alanı karadan yaldızlı arabalarla, Haliç’ten çiçeklerle bezeli kayıklarla gelen insanlarla dolup taşmıştır. Erguvan ağaçları altında şair meclisleri kurulmuş, bahar eğlenceleri yapılmış, saz fasılları ve bitmek bilmeyen işret meclisleri tertip edilmiştir.
Döneminin neredeyse tüm İstanbul erkânını ağırlamış olan bu mamur belde elbette ki şairlerin şiirlerinden, sâzendelerin mûsikîsinden, hânendelerin nâmelerinden nasibini almamış olamaz. Bu mâmur beldeyi ve oradaki canlı yaşantıyı en iyi tasvir eden şair şüphesiz ki Nedîm’dir.
“Andadur sey-i nihâlistân ü tarf-ı cûybâr Andadır gül-geşt-i sahrâ andadır seyr-i kenâr Oldu Sa’d-âbâd şimdi sevdiğim dağ üstü bağ Anda idi dünkü gün hemşire-i sa’d-ahterin Sen de gel gâhîce hâlî kalmasın cânâ yerin Suç benim olsun beni döğsün duyarsa mâderin
Oldu Sa’d-âbâd şimdi sevdiğim dağ üstü bağ” Bu şiirde de görüldüğü üzere Nedîm daha ilk satırlarda Sa’d-âbâd’ın nehrin akışının, ağaçların, gül bahçelerinin seyredilebileceği bir yer olduğunu söylüyor. Sevgilisine çağrıda bulunarak onu Sa’d-âbâd’ı gezmeye çağırıyor. Yine:
“… Ey şûh Nedîmâ ile bir seyrin işittik Tenhâca varıp Göksu’ya işret var içinde”
Beytinde de sevgilinin Nedîm ile Göksu etrafında gizli gizli gezintiye çıktığı ve Sa’d-âbâd’ın işret meclislerinden bahsedilmektedir.
Bunların yanında Nedîm’in direkt Sa’d-âbâd üzerine yazdığı şiirler de vardır. Bu şiirleri uzun uzun ele almaktansa bizzat Sa’d-âbâd tasvirleri yaptığı mısraları ele alarak Nedîm’in tasvir ve sanatsal anlatımını inceleyeceğiz.
İlk olarak “Seyr-i Sa'd-abad'ı sen bir kerre ıyd olsun da gör” nakaratlı şarkısını ele alacak olursak sırf bu nakaratta bile Sa’d-âbâd’ın bayramda nasıl bir eğlence merkezi olduğu gerçeğini açıkça görebiliriz.
“… Gör ne dil-cûlar ne meh-rûlar ne âhûlar gele …”
Mısrasında ve:
“… Dur zuhûr etsin hele her gûşeden bir dil-rübâ, Kimi gitsin bağa doğru kimi sahrâdan yana …”
Mısralarında da dönemim genç hanımlarının uğrak mekânlarından ve bayram gezmesi için tercih ettikleri bir mesire alanı olduğu gayet aşikâr bir şekilde şiire sirayet etmiştir.
Yine “Gidelim serv-i revânım yürü Sa'd-âbâd'e” nakaratlı şarkısında da bizlere aynı hissi yani Sa’d-âbâd’ın gayet revaçta bir mesire akanı olduğunu gösterirken aynı zamanda da bizlere Sa’d-âbâd ile ilgili birçok tasvir sunar bu şarkıda.
“… İşte üç çifte kayık iskelede âmâde …” mısrasında Göksu’nun kayık safaları ile ilgili bir tasvir yaparken
“… Gah varıp havz kenârında hırâmân olalım Gah varıp Kasr-ı Cinân seyrine hayrân olalım Gah şarkı okuyup gâh gazel-hân olalım …” mısralarında ise tam bir Sa’d-âbâd gezisi tasviri yapmaktadır. Üçüncü Ahmed zamanında yapılan havuzların kenarında gezinti yapmaktan başlayıp oradan inşa edilmiş meşhur köşklerden biri olan bugünün tabiriyle Cennet Köşkü’nü hayran hayran seyredip akabinde şarkı yahut gazeller okuyalım diyerek o eğlence âlemini bir işret meclisi ile sonlandırmayı vadetmektedir. Sa’d-âbâd gezintilerini neredeyse tüm ayrıntılarıyla ele almış olan bu mısralar gündelik hayat ve popüler mekânların ne derece şiire etli ettiğini görmemize de pek çok yönden örnek teşkil etmektedir.
“… Bak Sitanbul’un şu Sa’d-âbâd-ı nev bünyânına Âdemin canlar katar âb u hevâsı cânına …” beytinde Sa’d-âbâd’ın havasının ve suyunun insanın canına can kattığını söyler. Yine aynı kasidenin başka bir beytinde
“… Cedvel-i Sîm içre âdem binse bir zevrâkçeye İstese mümkîn varılmak cennetin tâ yanına …” diyerek yine harika bir Sa’d-âbâd tasviri ile bu mamur beldeyi övmektedir. Zira Cedvel-i Sîm padişahın sarayının önüne yapılan mermer bir kanalın ismidir. Kâğıthane deresine bağlı bu kanaldan bir kayığa binerek çıkılan gezintide istenirse Cennet’e bile gideceğini söyleyerek o mamur beldeyi övmektedir.

Şüphesiz ki Sa’d-âbâd, İstanbul için tektir. Ancak Sa’d-âbâd’ı Sa’d-âbâd yapan onu mamur eden, sazında, şiirinde, nâmesinde âbâd eden edipler, sâzendeler, hânendeler, mimarlar ve devlet erkânıdır. Bütün bunların yanında ise Nedîm’in yeri tamamen ayrıdır. Çünkü herkesin sesi kaybolurken gök kubbede hala Nedîm’in davûdî yankılanmaktadır. Yankılanırken de âyine-i devrânda hâlâ Sa’d-âbâd’ın şa’şaâ dolu manzarası seyr olunmaktadır. Vesselâm.
Ömer Faruk Yazıcı