Açıkça söylemem gerekirse Bram Stoker, Hitler gibi Mussolini gibi Sırp kasabı Mladiç gibi ruh hastası canileri tanıyacak kadar yaşayabilseydi Vlad Tepeş’in esamesi okunmazdı.
Çocukluğunda masal dinlemeyen yoktur herhâlde. Bana kalırsa her çocuğun edebiyatla tanışması masalın gizemli dünyası sayesinde olmuştur. Bazen Keloğlan’ın,bazen bir devin, bazen bir prensesin sayesinde fantastik dünyalara atmışızdır kendimizi. Çocuk ruhumuzdaki merak duygusu ile Kaf Dağı’nın ardındaki mucizeyi arayıp durmuşuzdur. Bu merak duygusu kimileri için yaş büyüdükçe daha yoğun fantastik bir dünyanın kapılarını aralar. Bu dünyaya mitolojik kahramanlar, karanlık yüzler eklenerek masalsı dünya yerini daha farklı bir boyuta bırakır. Korku hikâyeleri geceleri ürpertici olsa da bu gizem ve tüyler ürperten detaylar dikkat çekiciliğini belli bir kesim için her zaman korur. İşte bu gizem bu sefer benim gezimin odak noktası oldu ve ürkütücü bir karakter gezime yön verdi. Bu nedenle Bram Stoker’ın pek çok kez sinemaya da uyarlanan ikonik karakteri Drakula’nın esinlenildiği düşünülen Vlad Tepeş’in topraklarına yani Transilvanya’ya ayak basmak için soluğu Bükreş’te aldım. Rotamı çizdim ve yepyeni bir macera için Bükreş’e gittim.

Bükreş’e vardığımda buz gibi bir hava karşıladı beni. Mecaz değil sahiden de yürürken ağaçların üzerindeki buzların donma sesini duyabildiğiniz bir havadan bahsediyorum. Soğuktan cildinizin yandığı, çatılardan sarkan buzların etrafı sardığı bir buz bu. Buna karşın Romanya insanının yardımsever ve içten davranışları soğuğu unutturabilecek cinsten. Ancak benim gerçek bir sıcaklığa ihtiyacım var ve ben daha iyi ısınabilmek ve gezi planımda yer alan yerlerden birine gitmek adına Oldtown bölgesinde buluyorum kendimi. Caru cu Bere ismindeki 1899 yılından beri hizmet veren bu tarihî binada papanaşi isimli geneksel tatlımı yerken bir zamanlar bizim için çok önemli yer teşkil eden Lebon pastanesinin şimdiki hâline üzülüyorum. Çünkü insanlar sadece bu tarihî dokuyu teneffüs etmek için burayı tıka basa dolduruyor. Zamanında bizde de buna benzer tarihî mekânlar, edebiyatın kalbinin attığı yerler vardı. Ancak yanlış restorasyonlara kurban gitmiş olmaları beni bir miktar üzüyor. Bizim de böyle bir kültür oluşturamamamız biraz burulmama sebep oluyor. Bu orijinal yapıyı çok beğensem de ertesi gün yoğun geçeceğinden buradan erken ayrılıyorum. Ertesi sabah Bükreş sokaklarını arşınlamaya başlıyorum. Bükreş sokakları tarih ve sanatın iç içe geçtiği dokusuyla beni çok hoşnut ediyor.
İlk durağım olan Çeşmeci Parkı’nda soğuğa rağmen güzel bir yürüyüşle gezimi taçlandırıyorum. Parkta kuşları besledikten sonra yanlış mevsimde geldiğim şehrin tarihî binaları ile geçmişe doğru bir yolculuk yapıyorum. Özellikle George Enescu Müzesi, Ulusal Tarih Müzesi ve Ulusal Sanat Müzesi Bükreş’e gelenlerin muhakkak ziyaret etmesi gereken yerlerden. Binaların hemen hemen hepsine hâkim olan doku barok ve rokoko biçiminde işlenmiş. Bu görsel şölene dalıp müzelerde Romanya’nın tarihine ve sanatına göz atmak kendimi şanslı hissetmemi sağlıyor. Ulusal Sanat Müzesi’nde, Rembrandt’ın bir eserini bile görme şansına erişiyorum. Ben bu tip gezilerimde daima evrende insan olarak yer aldığım için ve bu rolü bu şekilde gezilerle nitelikli hâle getirebildiğim için şükrederim. İyi ki buradayım, iyi ki burayı gördüm ve iyi ki zamanımı bu şekilde değerlendiriyorum diye bir kez daha şükrediyorum. Bir şehre turistik amaçla gidip hiçbir kültürel aktivitede bulunmayarak dönmek benim için en üzücü şey olurdu diye düşünüyorum. Çünkü ben kendi adıma bir şehre gittiğimde oranın insanı ile sohbet etmeyip kendime bir şey katmadıktan sonra o gezinin anlamsız olduğuna inanıyorum. Güzel Bükreş sokaklarının her yanı ayrı bir abide her yanı ayrı bir estetik harikası... Bu şehrin Balkanların Paris’i lakabını sonuna kadar hak ettiğini söyleyebilirim. Hatta öyle ki Paris’teki Zafer Takı’nın benzeri Bükreş’e de yapılarak bu lakap biraz daha perçinlenmiş. Aslında sanatla örülü bu kentin bana göre böyle taklit bir esere ihtiyacı yok. Ama muhtemelen büyük devletlere duyulan gıpta bazı hatalara sebep oluyor. Yolu düşüp Bükreş sokaklarını arşınlayanlar bana bu konuda hak verecektir, sanırım.
Bükreş sokaklarının altını üstüne getirdikten sonra ertesi günü heyecanla bekliyorum. Ertesi gün ise erkenden kalkıp tren istasyonuna doğru yol alıyorum. Amacım bir gün önceden aldığım Braşov biletim ile önce Braşov’u ardından Bran Kalesi’ni görmek. Ancak hava koşulları nedeniyle trenim önce bir saat erteleniyor sonra ise iptal oluyor. İstasyondakilerin yardımıyla bir çare bulmaya çalışsam da bir gün evvel çıkan fırtınanın yarattığı tahribat demiryollarını kullanılmaz hâle getiriyor. Bu durumda umutsuzca tam hayallerimin suya düştüğünü düşünürken bana Bükreş’i gezdirebileceğini söyleyen ancak tek başına gezmekten hoşlandığım için reddettiğim sosyal medya arkadaşıma ulaşmak aklıma geliyor. Kendisi beni oraya ulaştırmayı memnuniyetle kabul ediyor. Taksicilerin 800 lei ödemem karşılığında yapmayı vaat ettikleri geziyi 200 lei benzin parası ile kotarıyorum. Yol boyunca Karpat Dağları’nın eşsiz manzarası ile farklı kültüre sahip ancak ortak paydada buluşabilen iki kişinin sohbeti ile yolculuğumuzu tamamlıyoruz. Oldukça inançlı bir Ortodoks olan arkadaşımın bir kaygısı var: Romanya insanının iyi niyetli olduğunu hatırlamam ve ülke ile iyi izlenimlerle buradan ayrılmam. Bunu tüm yolculuğum boyunca bana tekrarlıyor. Anılarda güzel iz bırakmak en büyük gayesi. Ben de hayallerim suya düştüğü anda gayet profesyonelce bana yardım eden bu kişinin hakkını sürekli teşekkür ederek teslim etmeye çalışıyorum. Her ülkenin misafirperverlik algısı çok farklı ve herkes kendi ülkesinde hakkında olumsuz bir imaj varsa bunu yıkmak için elinden geleni yapıyor. Bu seferki görevi Romanyalı arkadaşın başarıyla yerine getirdiğini söyleyebilirim.

Bran Kalesi’ne ulaştığımda ise hayallerimden birini daha gerçekleştirmiş olmanın hazzını yaşıyorum. Bütün gezi anılarım çok kıymetli ve bu anılara bir tanesini daha eklemek beni çok memnun ediyor. Vlad Tepeş bir zamanlar Kazıklı Voyvoda ismiyle nam salmış, işkence yöntemleri ile tanınan tarihî bir şahsiyet. Bram Stoker da Drakula isimli eserini yazarken Tepeş’ten oldukça etkilenmiş. Özellikle Drakula betimlemeleri Tepeş’i çok fazla andırıyor. Ancak açıkça söylemem gerekirse Bram Stoker Hitler gibi, Mussolini gibi, Sırp kasabı Mladiç gibi ruh hastası canileri tanıyacak kadar yaşayabilseydi Vlad Tepeş’in esamesi okunmazdı. Bir edebî esere ilham veren kahramanı ve şatosunu görmek beni biraz ürkütse de bu fantastik evren beni içine çekiyor. Benim gibi düşünen birçok insan olmalı ki oldukça yoğun turist çeken bu şatoda büyük bir kalabalıkla yürüyorum. Kalenin içine girdikçe, işkence aletlerini gördükçe bir insanın bu vahşeti hangi nedenlerle yapıyor olursa olsun yapmış olmasına aklım ermiyor. İnsan yaradılışı gereği vahşeti ve şefkati bünyesinde barındırabilen bir canlı. Önemli olan iyi yönlerini ön plana çıkarabilmek kötü tarafları törpüleyebilmek. İçindeki fırtınaları insanlara zarar vererek dışa vuran Vlad Tepeş’i ve yöresini sadece tarihî bir karakter olsaydı görmek gibi bir kaygım olmazdı diyebilirim. Ancak olumsuz yönleri ile tanınan birinin bir edebî esere ilham kaynağı olması bu kaleyi değerli kılıyor gözümde. Burada karanlık tünellerden geçip ürkütücü odaların havasını soluyorum. Bu vahşete tanık olan geçmişteki insanların ruhları için huzur dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden. Ruhumdaki ikilemden istediği yerlerden birini daha görmüş olmanın verdiği sevinç galip çıkıyor.
Gezi bittikten sonra beni bekleyen arabaya binip Bükreş’e doğru yola çıkıyoruz. Uzun bir yolculuk sonrası otele vardığımda yorgun ama bir o kadar da mutlu hissediyorum. Çünkü yapılan her gezi yeni tanınan insanlar demek. Yeni bir kültürü yerinde görmek demek. Ben de buna sahip olabildiğim için bu mutlulukla uykuya dalıyorum.
Merve Köken