top of page

Büyülü Fenerden Rüya Fabrikasına Sinemanın Kısa Öyküsü


Her ne kadar yaratıcıları tarafından “geleceği olmayan bir keşif” olarak nitelendirilse de sinematograf, tüm öngörüleri yıkarak 21. yüzyıla kadar gelebilmeyi başardı.

 

İnsan, doğanın kontrol edilemeyen işleyişine karşı, kusursuz ahengin peşine düştü. Ölümlü yaradılışına bir teselli, hislerine ise tercüman aradı. Bu çabanın sonucunda, sanatın huzur veren büyülü dünyasına sığındı. Güzelliğine hayran narkisos gibi kendi yansımasına kapılıp beyhude bir aşka düştü. Kutsal suretini yansıtan her yüzeyi mükemmel bir şekilde işledi ve kendini geleceğe taşıdı. Sanat ve teknolojiyi aynı potada eriterek; ışık, harmoni ve estetikle zenginleştirdiği sinemayı yarattı.

“Sinema büyülü bir dünyadır. Öyle bir gücü vardır ki, duyguları başka hiçbir sanat formunun yanına bile yaklaşamayacağı bir şekilde ortaya çıkarır.”

Stanley Kubrick


Sinema, melez ve çok katmanlı imkânlara sahip bir sanattır. Onu diğer sanatlardan ayıran yanı ise, hareketi, görüntüyü ve sesi imajlarla aktarabilmesidir. Bu üstün niteliklere sahip sanat formunun ilk hâli ise bir ışık fenerdir. Güneş ve kandiller yardımı ile saydam resimleri yansıtabilen “Büyülü Fenerler”, 17. Yüzyıla kadar bir sır olarak kaldı. Avrupa’da geliştiren ve en ilkel hâlinde bile harika işler yapan icat, resimler arasında erimeli geçişler oluşturarak basit hareket yanılsamaları yaratabiliyordu. Bu, yeni teknolojinin çekiciliğine kapılan insanlar, onu izleyebilecekleri yerlere akın ediyor; bu işle uğraşanlara da hatırı sayılır bir gelir bırakıyorlardı. Cihazın yaygınlaşması sayesinde, günümüz sinema salonlarında birlikte eğlenen kalabalıklar, ilk provasını da bu büyülü fenerler karşısında gerçekleştiriyordu.

“Bir çift göz, güzel göründüğü için değil, görevini yaptığı için güzeldir.”

Sokrates


İçinde heyecanı, aşkı ve hüznü görebildiğimiz sinemanın, hareket illüzyonu yaratan ise göze ait ufak bir kusurdur. 19. yüzyılda keşfedilen, insan gözünün fizyolojik yapısından kaynaklanan bu noksan “görme ısrarı” ya da “ağ tabaka izlenimi” olarak ifade edilir. Bu yanılsama olgusu, insan gözünün art arda gördüğü görüntüleri belirli bir süre ağ tabakasında tutma eğilimi olarak tanımlanır. Yani göze, harekete ait kritik parçalar, belirli bir hızda ve peş peşe gösterildiğinde, beyin bu parçaları bir araya getirerek algılar. Bu durağan resimlerden oluşan yanılsama “phi fenomeni”[1] denilen olguyu meydana getirir. İlk basit optik oyuncakların, bu temel prensip üzerine yapıldığı düşünülürse, bu hoş özrün, sinemaya giden ışıklı yolun temel taşı olduğu söylenebilir.


Phi algısı oluşturan ilk felsefi oyuncakların (“mucize dönüş” ve “yaşam tekerleği” gibi) üretilmesiyle birlikte, başta bilim adamları olmak üzere, birçok kesimden insan bu hipnotik cihazlara ilgi duymaya başladı. 1853’te “Projektor”[2], 1882’de “Praksinoskop”[3] makinesinin icat edilmesi ile ilk kez ardışık görüntülerden hareket izlenimi yaratıldı. Bu yeni optik teknoloji, müzikli gösteriler hâline dönüştürerek Avrupa’nın birçok şehrinde sergilendi. Işığın etkisine kapılan ve gösterileri izlemeye gelen meraklı kalabalıklar, beyaz perdenin yarattığı bu eğlence ortamını o kadar çok sevdi ki, ışıklı pandomim gösterilerinin yapıldığı 8 yıllık süreçte 500 binden fazla insan, tiyatro salonlara akın etti.


Ağ tabaka izlenimine dayanan hareket algısının tam anlamıyla sinemaya dönüşebilmesi için, üç temel koşulun daha hayata geçirilmesi gerekti. Bunlar; ışığı belirli aralıklarla kapayan bir örtücü, sabit bir hızda dönebilen bir görüntü diski ve selüloit tabanlı filmdi. Sanayi devriminin başladığı yıllarda J. N. Niepce’nin cam bir plaka üzerine 8 saatte pozladığı ilk fotoğrafın ardından, sinemanın en önemli sorunlarından biri de aşılmış oldu. Kısa sürede geliştirilen fotoğraf teknolojisi, cam tabakalardan selüloit tabanlı filmlere[4] geçerek hızlı bir ivme kazandı. Pozlama sürelerini kısaltan teknolojiler sayesinde gerçek dünyaya ait hareketin anbean belgelenebildiği bir döneme girildi. 1878’de E. Muybridge’in saniyede 24 kare fotoğraf çekmeyi başarması ve ardından E. J. Marey’in –günümüz kameralarının temel yapısını ve çalışma prensibini oluşturan- saniyede 100 görüntü çekebilen “fotoğraf tüfeğini” icat edişi ile hareketin kaydına dair tüm problemler ortadan kalkmış oldu. (1882)


1890 yılına gelindiğinde, ampul ve fonograf gibi birçok önemli buluşa imza atan Amerikalı bilim adamı Edison, hareketli görüntü üreten cihazlara el atmaya karar verdi. Film sektörünün karlı bir yatırım kaynağı olduğunu gören mucit, yardımcısı Dickson ile birlikte çalışarak 35mm’lik film kullanabilen bir kamera geliştirdi. Fonografı da buluşları ile birleştiren ikili “Kinetoskop” adını verdikleri ve kişiye özel hizmet veren makinelerini tanıtmaya başladı. Işık ve örtücü sistemlerinin bütünleştirildiği, kendi kendine çalışabilen bu icatlar, birkaç dakikalık filmleri 25 sent karşılığında müşterilerine sunuyorlardı. Film gösterimi yapabilen tarihteki ilk aygıt olsa da Kinetoskop, kişisel bir gösteri aygıtına dönüştürülmesi sebebiyle, kısa sürede ortadan kayboldu. (1895)


Sinemaya giden yoldaki en önemli adım ise 1895’te “Sinematograf” makinesinin icat edilmesi oldu. Fotoğrafçı Antonie Lumiere’in izinden giden oğulları (Auguste ve Lois), Kinetoskop makinesi üzerinde çalışarak, onu daha küçük ve kullanışlı hâle getirdi. Paris’te görücüye çıkardıkları Sinematograf, manivela kolu ile çalışan, hafif, ahşap bir kutu olarak tasarlandı. Saat mekanizmasını, optiği ve ışığı içinde harmanladıkları icatlarının patentini alan kardeşler, tarihe “sinemanın mucitleri” olarak geçti. Belgesel ve gerçekçi sinemanın da yaratıcısı olan ikili, “Bahçıvanı Sulamakadlı kurgusal filmleriyle, komedi türünün de öncüsü oldu. Ayrıca, kendi çektikleri hareketli görüntüleri Fransız Fotoğraf Topluluğu önünde sergileyerek başarılarını akademik olarak tescilledi. Her ne kadar yaratıcıları tarafından “geleceği olmayan bir keşif” olarak nitelendirilse de sinematograf, tüm öngörüleri yıkarak 21. yüzyıla kadar gelebilmeyi başardı.


“Sinema sıkıcı yerleri makaslanmış hayattır!”

Alfred Hitchcock


19. yüzyılda bilim ve teknolojinin de yardımı ile sinema, fotografik hâle dönüşerek gündelik hayatın hem gerçekçi hem de kurgusal kopyalarını yaratmayı başladı. Sanayi devrimi sürecinde keyifli bir alışkanlığa dönüşen sinema, bir süre “boş zaman” eğlencesi olarak tanımlandı. Aynı dönemde, opera, bale ve tiyatro gibi üst sınıf yerlere gidemeyen işçi sınıfı için, keyifli geçen anların aracı oldu. Kalabalıkların talebi karşısında hızlı bir ivme gösteren sinematograf, bir üretim biçimine dönüşerek devrimin “seri üretim” ruhunu yakaladı. Çekilen her filmin ve açılan her salonun büyük bir gelir getirdiğinin anlaşılması ile yapımcı sayısı hızla artarken film şirketlerine giden yol da açılmış oldu. Fransa’da Pathe ve Gaumont, ABD’de Nickelodeon[5] gibi şirketler, salon zincirleri kurarak bu yeni sektörün bayrağını bir süre ellinde tuttu.


Henüz eşzamanlı sesin keşfedilmediği bu yıllarda, filmler her kültürden izleyiciye ulaşabilen evrensel bir dile sahipti. Özellikle kadın seyirci için güvenilir bir sosyalleşme mekânı da olan sinema, insanları problemlerinden uzaklaştıran ve onlardan yoğun zihinsel çaba istemeyen bir ortam oluşturdu. 20. yüzyılla birlikte, sanatın ve hayal gücünün harmanlanmasıyla, modern sinema dili de oluşmaya başladı. Fantastik bilimkurgu “Aya Yolculuk”[6], aksiyon western “Büyük Tren Soygunu”[7] ve ilk uzun metraj film olan “Kelly Gang’ın Hikâyesi”[8] ile seyirci, heyecanı ve aşkı beyaz perdede izledi. Stilize oyunculuğu kullanan artistlerin boy gösterdiği ilk yıllarda, sessiz komedi filmlerinin egemenliğini sürerken; yönetmen D. W. Griffith’in öncülüğünde özgün bir mizansen ve oyunculuk anlayışı da gelişmeye başladı.


Bir film her şeyden önce görüntülerin ve sesin birleşimidir. En uyarıcı, gerçekten ürperdiğim an, sesi eklediğim andır.”

Jean-Luc Godard


1910’lara gelindiğinde, rekabet ortamı içerisinde -New York ve Paris merkezli tröst[9] şirketlerin arasında- kendilerine yer edinmek isteyen yapımcılar, günümüz sinemasına yön veren Hollywood’un temellerini attı. Stüdyo sistemini,[10] kendi anlatım ve yazım sitilini oluşturan bu yeni yapı, kendini sürekli yenileyerek uzun süre ayakta kalabilmeyi başardı. 1930-1950 yılları arasında, altın çağını yaşayan stüdyo sineması, yeni ve yaratıcı olan fikirleri sayesinde izleyicisini tesiri altına aldı. Özellikle sesin sinemada kullanılmaya başlanması ile birlikte, etkisini daha da güçlendirdi.[11] Bu gelişmenin ardından, sese dayalı yeni bir kurgu anlayışı ve oyunculuk türü ortaya çıkarken, filmlerde görselliğin yerini diyalog ağırlıklı anlatım aldı.


1914’te başlayan I. Dünya Savaşı ve ardından yaşanan büyük buhran dönemi, Avrupalı film şirketlerinin altından kalkamadığı bir gerilemeye sebep oldu. Okyanusun diğer tarafında ise Amerika, sinemadaki boşluğu doldurarak, 1920 ve 1940 yılları arasında merkezî bir konuma yükseldi. Bir kültür endüstrisine dönüşen Hollywood, dönemin üretim, dağıtım ve tüketim anlayışını kullanarak, kendine kapitalist bir sistem kurdu. 1941’de ülkenin 2. Dünya Savaşına katılması ile “Rüya Fabrikası” sistemi de ağır bir yara aldı. Bunun yanında, 1948’de Amerikan Yüksek Mahkemesi’nin antitröst[12] kararı alması ile Hollywood’un tekelci düzeni ciddi şekilde bozdu. Film stüdyolarının rekabet ortamını bozmakla suçlandığı ve kızıl paniğin[13] bir gölge gibi beyaz perdeye düştüğü bu yıllarda sinemanın özgürlük alanı iyice daraldı. Bu karışık dönemin en olumlu gelişmesi ise bağımsız ve etkiden uzak yapımcıların ortaya çıkması oldu. Amerika’da küçük bütçeli filmlerin çekilmeye başladığı bu dönemde, Avrupa sineması da kendine has bir üslup geliştirdi.


20. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde ise kitleleri etkileme gücüne sahip iki icat karşı karşıya geldi. Televizyon ve sinema arasında rekabetin kızıştığı bu yüzyıl aynı zamanda dünyanın küresel bir köye dönüştüğü bir dönem oldu. Sinemaya giden insan sayısının ciddi şekilde düştüğü bu yıllarda, Hollywood kendini revize etme kararı aldı. TV’nin artan gücü karşısında, özel efektler, renkli filmler ve sinemaskop pardenin geniş imkânlarıyla ayakta kalmaya çalıştı. Bu çabaya rağmen, 1970’lerde videokaset furyası ve uydu yayıncılığın hayata geçirilmesi ile kan kaybetmeye devam etti. Bu kaybı durdurmak isteyen “Rüya Fabrikası”, “blockbuster” kavramını geliştirerek, dünya çapında gösterime giren pahalı filmler çekmeye başladı. 1975’te Jaws, 1977’de Yıldız Savaşları, 1997’de Titanik gibi dev bütçeli yapımlar, dünya pazarında milyarlarca dolarlık gelir elde etmeyi başardı. Ayrıca endüstri, filmlerin pazardan kalkmasının hemen ardından dijital kopyalar (DVD, Blu-Ray gibi) üreterek, yıllarca bu yapımlardan kazanç elde edilebileceği küresel bir sektörün oluşmasını da sağladı.


“Tekrarlıyorum, sanat bir yakarma bir dua biçimidir ve insan yalnızca duasıyla yaşar.”

Andrei Tarkovsky


Gözlerini optik bir oyuncak olarak açan Sinema, zaman içinde rolünü değiştirerek, geniş bir yelpazede üretim yapan bir iletişim aracına dönüştü. Bu küresel aracın sanat ve düşünce yüklü imaj dünyası, ilk ortaya çıktığı günden bugüne, ruhumuzun derinliklerine ışık tutmayı başardı. Seyircinin kendi tabiatını görmesini ve beyaz perdeden yeni şeyler öğrenmesini sağladı. Rüyalarının peşinden koşan insanlara ise bir düş penceresi açtı. Bazen toplumsal faydası için bazen de ekonomik getirisi için kullanıldı, çoğaltıldı ve satıldı. Ne olursa olsun insan, ondan ve rüyalarından asla vazgeçmedi. Şairin de dediği gibi daima hayal ederek yaşadı, yaşamak için hayal etti. Gözlerini kapatmadan düş görebileceği tek yerin sinema olduğunu yeni ve yeniden keşfetti.


[1] Max Wertheimer tarafından 1912 yılında tanımlanan bu olgudur. Sinemada art arda gösterilen karelerin veya yanıp sönen ışıklı panolardaki yazıların hareket ediyormuş izlenimi uyandırmasıdır. [2] Baron Franz Von Uchaitus [3] Charles-Émile Reynaud [4] George Eastman tarafından 1870 de keşfedilmiştir. Sentetik plastik bir malzemeden üretilmiş filmdir. [5] Sinemaya girmek için ödenen 5 sentlik “nikel” paranın ve yunanca gösteri yapılan yer anlamana gelen “odeon” kelimelerinin birleştirilmesi ile oluşturulmuştur. [6] George Melies, A trip to the Moon, 1902 [7] Edwin Porter, The Great Train Robbery, 1903 [8] Charles Tait, The Story of Kelly Gang, 1906 [9] Tröst, bir sanayi dalının, bir ortaklar grubunun eline geçmesiyle gerçekleşen tekelciliğin gelişmiş bir biçimi. [10] MGM, 20th Century Fox, Warner Bros ve Paramount şirketlerinin öncülüğünde kurulan film üretim sistemi. [11] İlk sesli Filmler: 1927 The Jazz Singer, 1928 Light of New York’tur. [12] Rekabet hukuku, serbest piyasa ekonomisinde rekabet sisteminin dengeli ve yeknesak bir biçimde uygulanmasını sağlayıcı düzenlemelerden oluşur. [13] Senatör Joseph McCarthy'nin öncülüğünde ABD’de kominist (ajan) avına çıkıldığı panik dönemidir.


Kaynakça

v Andre BAZIN, “Sinema Nedir?” ( Çev: İbrahim Şener),İstanbul, Sistem Yayıncılık, 1993